Toplum olarak en yukarılarda olmayı hedeflediğimizden olacak, kendimizi hep tenkit ederiz. Okumayı sevmediğimizi, yazma alışkanlığımızın olmadığını, çevremizi tanımak gibi bir merakımızın bulunmadığını söyleriz; kendimizi yereriz ama nedense davranışlarımızı değiştirmek için gayret etmeyiz. Çevremizi ve geçmişimizi yabancıların yazdıklarından öğrenmeye çalışırız. Kısa süreli olarak ülkemize gelenlerin yazdıkları her şeyin doğru olması olasılığı olmadığı gibi yanlı olma olasılığı da düşünülmelidir.
Çevremizin doğası, tarihi ve kültürü ile ilgili yazıları sadece uzman kişilerin yazmasını beklemenin gerekli olmadığını düşünüyorum. Okuma yazma bilen her kişi gördüğü, öğrendiği ve incelediği konularda bir şeyler yazabilir ve yazmalıdır. Yazılmış olanların değerlendirmesini okuyucular yapacaktır.
Göller Bölgesi’nde yaşamamış olmamama karşın, aile köklerimin bu bölgeden gelmesi ve kalacak yerimin olması nedeniyle bölgeye belli sıklıkta gitme şansım oldu. 1966 yılından beri her ziyaretimde, gördüğüm yerlerin fotoğraflarını çektim. Yaklaşık 40 yıl içinde çekmiş olduğum fotoğraflardan önemli sayılabilecek bir derme oluşturduğumu düşünüyorum. Yurt içi ve yurt dışı gezilerimde çekmiş olduğum fotoğraflardan oluşan dermemi “Fotoğraflar” başlığı altında görebilirsiniz.
Kitap hazırlığına başladığımda şu temel ilkeleri benimsedim. Kitap kolay okunabilir olmalıydı. Bu nedenle, kitabın dili olabildiğince yalın olmalı, teknik ve bilimsel deyimlerin kullanımından kaçınmalıydım. Belge nitelikli kaynaklara ulaşmak isteyenler kitabın sonunda bulunan kaynaklara başvurabilmeliydi.
Göller Bölgesi olarak anılan bölge, verimli araziler ve ticaret yollarının üzerinde olması nedeniyle, çok eski çağlardan beri yerleşim yeri olarak kullanılmıştır. İpek yolunun Efes ve Milet’e giden kolu üzerinde bulunması ve Antalya’yı İç Anadolu’ya bağlayan geçitlerin bölgede bulunması, Göller Bölgesini her zaman çekici kılmıştır.
Bölge ile ilgili genel bilgileri kapsamasını düşündüğüm bu kitapta, bölgenin doğal yapısı, tarihi geçmişi ve kültürünün yer almasını hedefledim. Bölgeye özelliğini kazandıran Beyşehir, Eğirdir, Burdur ve Akşehir göllerinin yanı sıra bölgede doğa harikası olan Kovada, Gölcük, Salda adıyla küçük göller de bulunmaktadır. Ayrıca 1990 yılında Karacaören barajının inşa edilmesiyle oluşan Çandır gölü, bölgenin önemli göllerinden biridir.
Bölgeye yerleşmiş uygarlıklar, sırasıyla Arzava Kırallığı (MÖ 2000-1200), Frigler (MÖ 1200-680), Lidyalılar (MÖ 687-547), Persler (MÖ 540-340), Romalılar (MÖ 188- MS 1100), Anadolu Selçuklular’dır (1100-1310). Anadolu Selçuklu Devleti’nin yıkılmasıyla, bölgede Hamitoğlu Beyliği, Karamanoğlu Beyliği, Eşrefoğlu Beyliği kurulmuştur. XIV. yüzyılın ortalarından sonra bölge Osmanlılar’ın eline geçmiştir.
Geçmiş dönemde, önemli yerleşim yerleri olmuş ve tarihî iz bırakmış, Pisidiya Antiokheia, Adada, Prostanna ve Sagalassos depremler ve savaşların sonunda yok olmuşlardır. Beyşehir, Eğirdir, Uluborlu ve Atabey hâlâ ayakta olan yerlerdir. Isparta ve Burdur daha yeni yerleşim alanlarıdır.
Bölgenin tarihini incelerken, yukarıda saydığımız kentleri, bu kentlerde egemenlik kurmuş devletleri incelememiz gerektiği açıktır. Tarihsel incelemeyi yaparken, bölgenin doğal yapısını göz önüne almamız da gerekmektedir. Böylece, kentler arasındaki ilişkileri anlamak daha kolay olacaktır.
Kitabın, bu bölgeyi gezmek ve tanımak isteyenler için de katkı sağlaması için, günümüzde gezilecek ve görülmesi ilginç olacak yerler hakkında bir bölüm eklemeyi uygun gördüm.
Bölgenin gelenek ve görenekleri zaman içinde kaybolmaktadır. Hâlâ sürdürülen ya da unutulmaya başlayan gelenek ve görenekleri, genç kuşaklara aktarmanın ilginç olacağını düşünüyorum.
Toplu iletişim olanaklarının yaygınlaşması, yöresel ağızların zamanla kaybolmasına neden olmaktadır. Ancak hala bölgesel ağzın farklılığı hissedilmektedir. Bölgesel ağız, o bölge insanının bir kimliği olarak değerlendirilebileceği için tanıtılmasına gerek gördüm.
Yine bölge kültürünü yansıtması açısından bölgeye özgü yemekleri tanımanın yararlı olacağını düşündüm. Son olarak bölgenin ekonomisine değindim.
Bu kitabı hazırlamakla, yazma özürlümüzü azaltma yönünde katkı sağlayacağımı ve başkalarını özendireceğimi düşünüyorum. Bu kitapta okuyacağınız bilgiler ile benim uzmanlık alanımın bir ilgisi olmadığını belirtmek isterim. Ancak bu bilgileri derlerken, güvenilir kaynaklardan yararlanmaya özen gösterdim. Kesin bilgilerle kesin olmayan bilgileri karıştırmamaya gayret ettim.
Okuyanlar için yararlı olmasını diliyorum.
Doğal Yapı
Göller Bölgesi, Türkiye’nin Akdeniz Bölgesi içinde (29:00-32:00) doğu boylam ve (37:00-39:00) kuzey enlemleri arasında yer almaktadır. Isparta, Konya ve Burdur bölgenin illeridir. Bölgeye, adını veren göller: Beyşehir, Eğirdir, Burdur ve Akşehir gölleridir. Bu büyük göllerin yanında, Kovada, Çandır, Gölcük ve Salda gölleri gibi küçük göller de bulunmaktadır. Göllerin, deniz seviyesinden yüksekliği yaklaşık 900 m dir.
Beyşehir, Eğirdir, Burdur, Akşehir ve Kovada gölleri yer kabuğunun çökmesi veya kırılması sonucunda oluşan çukura suların dolmasıyla meydana gelmişti (tektonik = kayma oluşum). Çandır Gölü baraj, Gölcük ise krater gölüdür.
Göller Bölgesinin güneyinde Toros dağları yer almaktadır. Kuzeye çıkıldıkça, Toroslar’ın uzantısı dağlara rastlanır. Bölgede oldukça yüksek sayılabilecek görkemli görünümlü dağlar bulunmaktadır. Bölgenin en yüksek tepesi 2992 m yüksekliği ile Dedegöl’dür. Bu tepeyi sırasıyla Barla dağı (2799 m), Davraz (2636 m), Sarp (2548 m), Akdağ (2420 m) Bozburun (2109 m) ve Eğirdir Sivrisi (1749 m) izler.
Bölgenin sarp dağlarla kaplı olması, ulaşımı zorlaştırır. Özellikle bölgenin Akdeniz ile bağlantısı çok zorludur ancak yol bulunmaktadır. Doğu, batı ve kuzey ile bağlantı yolları daha kolaydır.
Beyşehir Gölü
Bölgenin doğu yakasında yer alan, bölgenin en büyük gölünün kuzey güney doğrultusundaki boyu yaklaşık 45 Km ve doğu batı yönündeki eni yaklaşık 25 Km dir. Gölün yüzölçümü 651 Km2 dir. Ortalama derinlik 4 m ve en derin yeri 12 m dir. Gölün seviyesi kış ve ilkbaharda yükselir; yazın çekilir. Beyşehir Gölü, deniz seviyesinden 1,115 m yukarıdadır. Beyşehir Gölü, Türkiye’nin en büyük tatlı su gölüdür. Konya ve Beyşehir bölgesinin içme ve sulama suyu bu gölden sağlanmaktadır.
Göl çevresinde bulunan ırmaklardan ve dip sularından beslenmektedir. Gölü besleyen ırmaklar ve pınarlar arasında Çarıksaray çayı, Kabapınar suyu, Sarıöz (Eflatun) pınarı, Termiye çayı ve Pınargözü mağarasından gelen Gürlevik çayı sayılabilir.
Gölün tabanı neojen göl tortularıyla doludur. Bu yapı, göl içinde 33 kadar adanın oluşmasına neden olmuştur. Bu adalardan büyük olanların isimleri İğdeli, Akburun, Uzunada, Kızkalesi, Manastır, Mada, Yılanlı ve Külbent’tir. Kızkalesi, Manastır ve Mada adalarında geçmişten kalan yerleşim kalıntıları bulunmaktadır. 1940 yılına kadar Mada adasında Rusya’dan göç etmiş Don Kazakları yaşıyordu. Bu nedenle, bu ada Kazakların Adası olarak da a
nılır. Bu adanın yakınında bulunan Kilise adasındaki kilise bu Kazak topluluk tarafından yapılmıştır.
Gölde 1970 öncesinde yaşayan balık türleri, göle sudak balığı atılmasının sonucu olarak büyük ölçüde yok olmuştur. Günümüzde sudak ve sazan balığı yaşamaktadır. Göl içerisinde bulunan irili ufaklı adalar, su kuşlarının yuvalanmaları ve kuluçkalamaları için uygun bir ortam sağlamaktadır.
Çevresi, ulusal park olarak belirlenen Beyşehir Gölünün çevresinde ardıç, karaçam, köknar, sedir ve meşe türü ağaçlar yetişmektedir.
Eşrefoğlu Beyliğin’e başkentlik etmiş olan Beyşehir, gölün güneydoğusundadır.
Eğirdir Gölü
Eğirdir Gölü, deniz seviyesinden 917 m yükseklikte ve yüzölçümü 479 km² dir. Gölün ortalama derinliği 14 m ve en derin yeri yaklaşık 16,5 m dir. Göl kayma oluşum sonucunda meydana gelmiştir.
Gölün kuzey güney uzunluğu yaklaşık 50 Km ve doğu batı uzunluğu 15 Km kadardır. Eğirdir gölü, Hoyran boğazı ile, iki parçaya ayrılır: Kuzeydeki kısım Hoyran ve güneydeki kısım Eğirdir Gölü olarak anılır. Boğazın batısında Barla Dağı, doğusunda Akdağ bulunur. Gölün çevresi genellikle dik dağlarla çevrilidir. Doğusunda, Gelendost, kuzey batısında Uluborlu ovası ve güneyindeki Boğazova düzlük kısımlardır.
Eğirdir gölü, dip suları ve çevredeki derelerden gelen sularla beslenmektedir. Bunların en önemlileri Gelendost tarafından gelen Gelendost Çayı, Hoyran Ovasından inen Değirmen Çayı, Yalvaç’tan gelen Ak Çay ve Uluborlu yönünden gelen Pupa Çayı’dır. Dip su kaynaklarının zengin olması ve dipten gelen suların toprak taşımaması, gölün uzun ömürlü olması için önemli bir neden olarak gösterilmektedir..
Gölün suyu, güney ucundan 22 Km güneyindeki Kovada Gölüne akmaktadır. Kovada Gölü’nün suyu Çandır Gölüne ve oradan da Aksu Irmağı ile Akdeniz’e akmaktadır. Eğirdir Gölü ile Kovada Gölü arasında kalan Boğazova 1952-55 yılları arasında sıtma ile mücadele kapsamında kurutularak verimli araziye dönüştürülmüştür. Bu çalışmalar kapsamında, gölün güneyindeki Köprübaşı’na su seviyesini düzenleyici kapaklar yerleştirilmiştir. Bu kapaklar gölün su seviyesini ayarlamakta kullanılmaktadır. Kovada Gölüne doğru giden suyun belli bir kısmı, Kovada-I ve Kovada-II hidroelektrik santrallarını beslemektedir.
Eğirdir Gölü’nün suyu tatlıdır. Bu nedenle, çevresinin içme ve sulama suyunu sağlamaktadır.
1955 öncesinde sazan (çapak), sıraz, kavinne, eğrez, kındıra, kelten gibi balıkların yaşadığı gölde, 1955 yılında sudak balığı aşılaması yapılmasının sonucu olarak, sazan dışındaki balıkların nesli azalmıştır. Göle 1966 yılında kerevit, 1994’te havuz balığı, 1996’da kadife balığı ve 2002 yılında gümüş balığı bırakılmıştır. 1980’li yıllarda sudak balığında kanibalizm başlamış ve sayıları giderek azalmıştır. 1985 yılında kerevitlerde mantar hastalığı başlamış ve bunun sonucu olarak kerevit nüfusu da azalmıştır.
1955 öncesinde berrak olan gölün suyu, balık türlerinin değiştirilmesinin sonucu olarak, aşırı derecede otlanma nedeniyle bu özelliğini kaybetmiştir. Göldeki otlanmayı gidermek ve sudak balığına yem olması amacıyla bu kez 1994’de havuz balığı aşılaması yapılmıştır. Yeni aşılamanın da gölün doğal dengelerini bozduğu söylenmektedir.
Eğirdir ilçesi, göl kıyısındaki en önemli yerleşim yeridir ve bir yarımada üzerinde kurulmuştur. Bu yarımadanın uzantısında iki ada bulunmaktadır. Eğirdir’e yaklaşık 700 m uzaklıkta bulunan Canada’da yerleşim olmamasına karşın, 1 Km uzaklıktaki Yeşilada’da eskiden beri oturulmaktadır.
1972 yılındaki kuraklık sonucunda gölün su seviyesi, olağan seviyesine göre iki metre kadar düşmüştür. Bunun sonucu olarak, adalar ile yarım ada arasındaki dağın sırtı su üstüne çıkmıştır. Bu durumu değerlendiren yerel yönetim, doğal sırtı doldurarak iki adayı Eğirdir’e bağlayan yolu 1975 yılında yapmıştır.
Eğirdir Gölü’nün çevresi yüksek dağlarla çevrilidir. Eğirdir yarımadasının üstüne rastlayan Sivri Dağı (ya da tepesi) (1749 m) ve Barla Dağı (2799 m) bölgenin önemli yüksek tepeleridir. Dağların göle bakan yamaçları XX. yüzyılın başında ardıç ve sedir ağaçları ile kaplı iken, savaşlar ve bilinçsiz kesimler nedeniyle bu ağaçlar yok olmuş; yerlerini makilere bırakmıştır. Ancak, yine de gölün çevresinde çok zengin ve seçkin ağaç türleri bulunmaktadır. Yukarı Gökdere’deki, kasnak meşeleri, Kızıldağ’daki sedir ağaçları koruma altındadır.
Eğirdir Gölü’nün çevresindeki arazilerde, bugün Türkiye’nin en kaliteli elmaları yetişmektedir. Elmaların, bölgenin iklim ve suyundan dolayı bu kaliteye ulaştıkları belirtilmektedir. Elmanın yanı sıra, kiraz, vişne kayısı ve şeftali üretimi de yapılmaktadır.
Eğirdir gölünün rengi, gün içinde türkuaz renginden kırmızıya kadar değişmektedir. Fotoğraflarda, göldeki renk değişimi görülmektedir.
Kovada Gölü
Eğirdir Gölü’nün 22 Km güneyinde bulunan ve Eğirdir Gölü’ne kanalla bağlı olan Kovada Gölü’nün suyu, Eğirdir gölünden gelmektedir. Bir doğa harikası olan Kovada Gölü, ulusal park olarak değerlendirilmektedir. Göl deniz seviyesinden 904 m yüksekliktedir ve yüzölçümü 40 km² kadardır. Ortalama derinliği 7 metredir. Eğirdir gölünden beslenen gölün tabanı topraktır. Bu nedenle göl dibi balçıktır.
Gölde sazan, sudak balığı ve kerevit yetişmektedir. Kuşların göç yolunda bulunan Kovada Gölü yaban kazları, angutlar, balıkçıllar, yaban ördekleri ve çulluklar için uğrak yeridir. Keklikler bölgenin sürekli yaşayan kuşlarıdır. Göl çevresinde sansar, porsuk, tilki, yaban domuzu, sincap ve tavşan görülebilir. Gölün belli bölgelerinde nilüfer çiçekleri bulunmaktadır. Çevresi kızılçam, meşe, çınar, ardıç, yabani zeytin, kocayemiş, melengiç, pırnal meşesi ağaçları ile örtülüdür. Bu ağaçlara ek olarak, yabani gül, defne, böğürtlen gibi bitkiler de göl çevresinde bulunmaktadır.
Kovada Gölü (E. Adalı)
Çandır Gölü
Yazılı Kanyon üzerinden gelen Aksu Çayı’nın önüne 1999 yılında kurulan Karacaören barajının oluşturduğu bir göldür. Gölün oluşumu sırasında, Çandır beldesi sular altında kalmış; daha sonra yeni yerleşim alanında tekrar kurulmuştur. Anadolu Selçukları tarafından yapılmış olan Çandır Köprüsü de bu sırada sular altında kalmıştır. Sivri kemerli olan bu köprünün uzunluğu 65 m ve genişliği 5 m.’dir. Baraj suyunun çok
çekildiği kurak yıllarda görülebilmektedir.
Çandır Gölü ve Yazılı Kanyon saklı bir bölge olarak kendilerini korumaktadırlar.
Çandır Gölü yaklaşık 60 Km Eğirdir Gölü’nün güneyinde yer alır. Çandır üzerinden, Akdeniz’e inme olanağı vardır. Yollardan birincisi, eski Çandır Köprüsü üzerinden, günümüzdeki Karacaören barajı yanından Antalya havaalanına inen yoldur. Çandır Köprüsü su altında kaldığı için bu yol artık kullanılamaz durumdadır. İkinci yol, Çandır Gölünün doğusundan Antalya’nın Aksu ilçesine ulaşmaktadır. Bu yol dağ yolu olmakla beraber çok heyecan verici bir yoldur.
Gölcük
Isparta şehrinin güneyinde, yaklaşık 12 Km uzaklıkta yer alan ve şehrin sırtını dayadığı sönmüş yanardağın tepesinde bulunan bir krater gölüdür.
Gölcük krater gölünün yüzölçümü yaklaşık 3000 m2 dir. En derin yeri 36 m dir. Krater gölü olması nedeniyle, göl birdenbire derinleşmektedir. Bu yüzden gölde yüzülmemesi önemle hatırlatılmaktadır.
Gölcüğün su seviyesi yıllara göre çok değişkenlik göstermektedir. Bazı dönemlerde, su seviyesi çok düşmektedir. Su seviyesi düştüğünde, gölün kesitinin huni biçiminde olduğu açıkça gözlenmektedir.
Gölün suyu tatlı olduğu için, eski dönemlerde Isparta’nın içme ve sulama suyu olarak kullanılmıştır. Bu amaçla, gölün kuzey kıyısında bir tünel açılmış ve bunun içine döşenen borularla, gölün suyu Isparta ovasının güney kenarına indirilmiştir. Gölcük’ün suyunun ilk çağlardan beri kullanıldığı, eski su kanallarının varlığından anlaşılmaktadır.
Lav ile kaplı olan gölün çevresinde ağaçlandırma çalışmaları 1960’lı yıllardır sürdürülmektedir. Bu çalışmaların sonucu olarak gölün çevresi giderek yeşillenmektedir. Göl kıyısında bulunan pomze taşlarının yoğunluğu sudan küçük olduğu için göle atıldığında yüzebilmektedir.
Burdur Gölü
Deniz seviyesinden 857 m yükseklikte ve yüzölçümü 237 Km2 olan Burdur gölü, Göller Bölgesi’nin batı yakasında yer alır. Yer kabuğundaki çöküntünün sularla dolması sonucu oluşmuştur. Gölün kuzey güney boyu 10 Km, doğu batı boyu yaklaşık 25 Km dir.
Gölün batı kesimi boyunca uzanan kırık (fay hattı) nedeniyle, bu kesimde kıyı çizgisi çok dardır ve göl birden derinleşir. Güney ve kuzeyde ise alüvyonların birikmesiyle sazlarla kaplı tuzlu batak görünümündeki kıyı ovaları ve delta oluşmuştur.
Kapalı bir havzada yer alan gölün dışarıya akıntısı yoktur. Göl suları tuzlu ve arseniklidir. Doğal olarak, gölde canlı yaşamamaktadır.
Türkiye’nin en derin göllerinden biri olan Burdur Gölünün kuzeybatısında yer alan Kapı burnu önlerinde derinlik 100 metreyi bulmaktadır.
Burdur kenti, gölün doğusunda yer almaktadır. Burdur ve çevresinde son elli yıldır yoğun bir ağaçlandırma çalışması sürdürülmektedir.
Göl suyu canlı yaşamına çok uygun değildir. Ancak çeşitli kuş türlerinin yaşadığı bir alandır. Özellikle, nesli çok azalan dikkuyruk ördeklerine ev sahipliği yapmaktadır.
Salda Gölü
Burdur’un yaklaşık 60 Km güney batısında bulunan Salda Gölü’nün yüzölçümü 44 Km2, en derin yeri 187 m ve deniz seviyesinden yüksekliği 1193 m dir. Göl suyu bol miktarda magnezyum içermektedir. Göldeki bakteriler magnezyumu tüketerek beyaz renkli hidromanyezit minareline dönüştürmektedir. Hidromanyezit minerallerinden oluşan bakteri kolonileri de bir araya gelerek stromotolitleri meydana getirmektedir. Bu stromolitler de göl içinde kıyı adalarını oluşturmaktadır. Bu adaların su yüzeyinden yüksekliği 5…8 m, su içindeki yükseklikleri ise 8…10 m dolayındadır. Zaman içinde, dalgaların etkisiyle bu adacıklar gölü çevreleyen kıyıdaki beyaz kumsalları oluşturmuştur.
Salda Gölü’nün yapısı ile Mars’tan gelen fotoğraflar arasında benzerlik, araştırmacıların dikkatini çekmiştir. Mars’tan gelen fotoğraflarda görülen beyaz halkaların hidromanyezit olabileceği düşünülmektedir. Hidromanyezitlerin, suyun bulunduğu ortamlarda bakteriler tarafından üretildiği bilinmektedir. Bu varsayım, Mars’ta, geçmişte hayat olmuş olabileceği görüşünü desteklemektedir.
Gölde sazan balığının yaşadığı ancak yakalanamadığı söylenmektedir.
Akşehir Gölü
Kapalı bir havzada bulunduğundan dışarıya akıntısı olmayan bu gölün suyu çok az tuzludur. Kıyılardan göle karışan tatlı su kaynaklarının bolluğu, kıyılarda suyun tatlılaşmasına neden olur. Tuzluluk orta kesimlerde ve kuzeydoğuda daha artar.
Göldeki su seviyesi, dolayısıyla göl alanı, yıllara ve mevsimlere göre büyük değişiklikler göstermektedir. 255 Km2 yüzölçümü olan gölün deniz seviyesinden yüksekliği 955 m dir. Çok sığ bir göldür; derinlik 2 ile 4 m arasında değişmektedir. 2008 yılında, kuraklık nedeniyle göl tümüyle kaybolmuştur. Dolayısıyla bir fotoğrafını çekme şansımız olmamıştır.
Göl canlı olduğu dönemde sazan ve turna gibi balıkların yaşadığı bilinmektedir.
Nasreddin Hocanın, maya çaldığı göl olarak bilinir.
Bölgenin Tarihi
Bereketli toprakları, bol tatlı suları olan, aynı zamanda ticaret yollarının kavşağında bulunan Göller Bölgesi, çok eski çağlardan beri yerleşim alanı olmuştur. İlkçağda, Askania olarak anılan Göller Bölgesi’nde MÖ 2000-1200 arasında Arzava Krallığının yaşadığı bilinmektedir. Bölge MÖ 1200 yıllarında Frigler’in, MÖ 687-547 yılları arasında Lidyalılar’ın egemenliğine girmiştir. Daha sonraki dönemlerde Persler, Romalılar, Anadolu Selçukluları ve Osmanlılar bölgeye egemen olmuşlardır.
Bugün Göller Bölgesi olarak anılan bölge Hititler döneminde Pitaşşa ve daha sonra Pisidiya olarak anılırdı. Bölgedeki eski yerleşim yerlerini ortaya çıkarmak üzere, geçen iki yüzyılda gezginler ve bilim adamları bölgeyi ziyaret etmişler ve çalışmalarını yayımlamışlardır. İlk ziyaretçilerin amacı, eski çağ yazarlarının sözünü ettiği tarîhi kentleri bulmak ve bulabildikleri sikkeleri toplamak olarak özetlenebilir. Daha sonraki ziyaretler daha çok bilimsel niteliklidir.
Bölgede yapılan arkeolojik kazılar sonucunda, tarih öncesi dönemlerde bölgede yaşandığı, yontma taş ve tunç devirlerinde bölgede yerleşimin olduğu anlaşılmıştır. Bu dönemlere ilişkin yerleşim yerleri arasında, Çallıca Höyük, Yağlıyurt Tepesi, Yassıgüme Höyük, Gümüşgün, Kapalıin, Baladız, Senirce ve Hacılar sayılabilir. Bu ören yerlerinde bulunan önemli nesneler, günümüzde Burdur ve Isparta müzelerinde sergilenmektedir.
1944 yılında Bozanönü tren istasyonu yakınında bulunan Kapalıin mağarasında yapılan kazı çalışmaları sonuçları MÖ 35.000 … 10.0000 arasında bu bölgede yaşanmış olduğunu göstermektedir. 1956 yılında İ. Şadi Balaban’ın duyurusu ile araştırılan Hacılar höyüğü, tarih öncesi döneme ilişkin önemli bulguları günümüze ulaştırması açısından önemlidir.
Göller Bölgesinin kuzey kesiminde yaşamış olan Friglerin bu bölgede yerleşim yeri kurup kurmadıklarına ilişkin bilgiler elde edilememiştir. Frigleri yıkan Lidyalıların Göller Bölgesinde, merkezi Sart (Sardeis) olan önemli bir devlet kurdukları bilinmektedir. Şeref Höyük’te bulunan nesnelerin Lidyalılar’dan kaldığı söylenmektedir [14]
Persler MÖ 547…546 yıllarında Lidya kıralı Kroisos’u yenerek bölgeye hakim olmuşlar ve vergiye bağlamışlardır. Bölgede bugüne kadar yapılan arkeolojik araştırmalarda Perslere ait bulgulara rastlanmamıştır.
Bölgeye MÖ 334’te gelen Büyük İskender Persleri Granikos savaşında yenerek, bölgeye hakim olmaya başlamıştır. Büyük İskender’in niyeti Pisidiya topraklarından kuzeye doğru geçerek Friglerin ülkesini ele geçirmektir. Bu harekat sırasında, Frigyaya ulaşım yolu üzerinde bulunan Yenice Boğazı’nın Termessoslular tarafından kapatılmış olduğunu görmüş ve Termessoslular ile savaşa tutuşmuştur. Bu savaşta istediğini elde edemeyen İskender savaştan vazgeçmiştir. Bu savaş sırasında, Selge’lilerin İskendere elçi göndererek dostluklarını belirttikleri bilinmektedir. Termessoslularla savaşmaktan vazgeçip kuzeye doğru hareketine devam eden Büyük İskender bu kez Sagalassoslular ile karşılaşır ve bunlar ile savaşa tutuşur. Sagalassos’u fetheden İskender Frigya’ya doğru yoluna devam etmiştir. Büyük İskender’in ölümünden sonra ardılları arasında çıkan iktidar kavgaları, bölgede belirsizliklere neden olmuştur. MÖ 281’de bölge Seleukos krallığının egemenliğine geçer. daha sonra MÖ 189 da bölge Romalıların desteği ile Bergamalıların eline geçer ve MÖ 133’te Romalıların egemenliğine girer.
Roma kıralı Octavianus MÖ 25’te, bölgede Galatya eyaletini kurmuştur. Bu eyalet içinde yer alan Pisidiya da Termessos ve Sagalassos gibi iki bağımsız kent bulunmaktaydı. Bölgede yaklaşık aynı tarihlerde Yalvaç yakınında Antiokheia (Colonia Caesarea adıyla), Barla yakınında Parlais (Colonia Lulia Augusta Parlais adıyla), Burdur’un Belenli köyü yakınında Olbasa (Colonia Lulia Augusta Olbasa adıyla), Bucak ilçesi Ürkütlü köyü yakınında Comama (Colonia Lulia Augusta Comama adıyla) ve Bucak ilçesi Çamlık köyü yakınında Kremna (Colonia Lulia Augusta Felix Kremna adıyla) Roma kolonileri kurulmuştur. MS III. yüzyılda Roma İmparatorluğunun zayıfladığı ve 395’te doğu ve batı Roma olarak ikiye ayrıldığı bilinmektedir. Bu ayrılmanın sonucu olarak Pisidiya bölgesi Doğu Roma’nın egemenline geçmiştir.
1071 yılından sonra önce Anadolu Selçukluları, ardından Hamitoğlu ve Eşrefoğlu beyliklerinin ve en son olarak da Osmanlıların egemenliğine geçmiştir. Anadolu Selçukluları ve beylikler döneminin önemli kentleri Beyşehir, Eğirdir ve Uluborlu’dur. Osmanlı döneminde Isparta ve Burdur kentleri gelişmiştir.
Tarihini kısaca anlatmaya çalıştığımız Göller Bölgesinde, görüldüğü gibi değişik uygarlıklar yaşamışlardır. Günümüzde bu uygarlıkların izlerini görmek olanağı bulunmaktadır. Bazı izler yeni yeni gün yüzüne çıkarılırken bazıları dimdik ayaktadır.
Bölgenin tarihini, bölgedeki eski yerleşim yerlerinin tarihini araştırarak ve bölgede hüküm sürmüş olan uygarlıkları inceleyerek öğrenebiliriz. Bu amaçla önce, bölgenin tarihî kentlerinin geçmişini tanıtmaya başlayabiliriz.
Eğirdir’in Tarihi
Eğirdir ve çevresinde çok eski zamanlarda yerleşim olduğuna ilişkin kalıntılar ve izler bulunmakla beraber, en eski tarihî bilgilere Hititler döneminde (MÖ 1800-1200) rastlanmaktadır. Hitit kayıtlarında bölgenin adı Pitaşşa olarak geçmektedir.
Bölge, sırasıyla Frig (MÖ 750-690), Lidya (MÖ 690-547) ve Perslerin (MÖ 547-334) yönetiminde kalmıştır. MÖ 334-323 tarihleri arasında Büyük İskender’in yönetimine giren bölge, Büyük İskender’in ölümünden (MÖ 323) sonra, ardılları Seleukos ve Lysimakhos arasında yapılan Kurupedion Savaşı (MÖ. 281) sonucunda Seleukoslar’ın eline geçmiştir. Seleukoslar’ın bölgedeki egemenliği yaklaşık 150 yıl kadar sürmüş ve MÖ 188 yılında Romalılarla yaptıkları savaşı kaybetmeleri ile sona ermiştir. Apameia (Dinar) antlaşmasını imzalayan Seleukoslar Toroslara kadar olan bölgeden çekilmişlerdir. Romalılar bölgenin yönetimini Bergamalılara bırakılmıştır. Helenistik dönemde Viarus Dağının (Eğirdir Sivrisi) güney eteğinde Prostanna, Barla kasabası yakınında Parlais, Sarıidris Kasabası yakınında Malos kentleri kurulmuştur.
Eğirdir kentinin, Lidya’nın son kıralı Kroisos (MÖ 560 – 547) tarafından kurulduğu ve ilk adının da “Krozos” olduğu sanılmaktadır. Şehrin iç kalesi de Lidyalılar tarafından inşa edilmiştir.
Prostanna ve Parlais kentlerinin yerleri L. Robert’in Bedre köyü yukarısındaki Yazılıkaya’da bulunan, Prostanna ve Parlais şehirlerinin sınırını belirleyen sınır taşını bulunmasıyla kesinlik kazanmıştır (1948). 1957 yılında kalıntıları inceleyen M.H. Ballance, buranın Helenistik dönemden önce kurulmuş olduğunu ve şehirden çok karakol olabileceğini belirtmiştir.
Kent sikkeleri MÖ I. yüzyıldan itibaren görülmektedir. İmparatorluk döneminde de İmparator Antoninus Pius’dan (MS. 138-161) Claudius-II’ye kadar sikke kestirildiği bilinmektedir. Şehrin akropolisi Eğirdir Sivrisi’nin güneyindeki alçak bir tepe üzerindedir. Bu tepe üzerinde ve Eğirdir Sivrisi üzerinde sur bulunmaktadır. Her iki tepenin arasındaki kısımda podyumlu tapınak kalıntısı olabilecek yapı temelleri bulunmaktadır. Bu kısım surla kaplı değildir. Küçük tepedeki sur içinde yapı temellerinin kalıntıları bulunmaktadır.
Parlais antik kentinin yeri de Yazılıkaya’daki sınır taşı ile belirlenmiştir. MÖ I. yüzyıldan beri sikke basan kentin adı MÖ 25 yılında İmparator Augustus tarafından “Colonia Julia Augusta Parlais” olarak değiştirilmiş ve kent bir Roma kolonisi yapılmıştır.
Malos Kenti Sarıidris kasabası, Göynücek Gediği civarında bir tepe üzerinde kurulmuştur. Kentin akropolü surlarla çevrilidir. Sur kulelerinden biri günümüze kadar sağlam kalabilmiştir. Yamaçta kayalar oyularak yapılmış basamaklı bir toplantı alanı bulunmaktadır. Kentin tapınaklarından biri Kaşerenler Tepesi civarındadır. Bu tapınağın kapısı ve doğu cephesindeki duvarı mevcuttur.
MÖ. 188-133 yılları arasında Bergama Krallığının elinde bulunan bölge, MÖ 130’da Romalılar tarafından ele geçirilmiş ve MS 395’te Roma İmparotorluğu’nun yıkılmasından sonra Doğu Romanın egemenlik bölgesinde kalmıştır. Roma döneminde Prostanna ve Limnai Hoyran) Hıristiyanlığın önemli merkezleri durumundaydı. 381 yılından sonra her iki piskoposluk birleştirilmiştir. 395 sonrasında Eğirdir Akroterion (en uç, en üst anlamında) olarak anılmaktadır. Bu adın, Sivri Dağı nedeniyle verildiği düşünülmektedir. Kentin ismi daha sonraları Akrotiri olmuştur.
Eğirdir ve çevresi 1204 yılında Anadolu Selçuklu Devleti’nin egemenliğine geçmiştir. Anadolu Selçuklu sultanlarının Eğirdir’i yazlık yerleşim yeri olarak kullandıkları bilinmektedir. Bu dönemde, Mısır ve Akdeniz ticaretinin kapısı olan Antalya limanına bağlantıyı sağlayan ticaret yolları üzerine hanlar yapılmıştır. Bu hanlardan en büyüğü, halen Eğirdir’in 3 Km güneyinde bulunan Eğirdir Hanı’dır (Kervansaray). Bu han 1237 yılında Anadolu Selçuklu Sultanı II. Gıyaseddin Keyhüsrev tarafından yaptırılmış, ancak kısa bir süre sonra geçirdiği büyük bir yangın sonucu kullanılamaz hale gelmiştir.
Anadolu Selçuklu Devleti yıkıldıktan sonra, bölgede Hamit Bey tarafından Hamidoğulları Beyliği kurulmuştur (1301). Beyliğin ilk başkenti Uluborlu, ikincisi Eğirdir’dir (1310). Eğirdir’e Hamit Bey’in torunu Felekûddin Dündar Bey’in anısına Felekabad adın vermiştir. Bu dönemde kesilen sikkeler üzerinde Eğirdur ve Felekabad isimleri görülmektedir. [5]
1324-1327 yılları arasında İlhanlılar Anadolu’yu işgal etmeye başlamışlardır. Hamitoğlu Dündar Bey, İlhanlı Başveziri Emirçoban’a bağlılığını bildirerek beyliğinin zarar görmemesini amaçlamıştır. Emirçobanoğlu, oğlu Timurtaş’ı Anadolu valisi olarak atamıştır. Tümurtaş, Anadolu beyliklerini teker teker yok etmeye çalışmış, bu sırada Hamitoğlu Beyliği’ni de yenilgiye uğratmış; Eğirdir’i işgal etmiştir. Bu savaş sonunda 1323’te Dündar Bey’i Antalya’da öldürtmüştür. Bu sırada Dündar Bey’in çocukları beyliği terk etmişlerdir. Timurtaş’ın Anadolu’da yaptıklarını beğenmeyen Emirçobanoğlu, oğlunu yok etmek için Anadolu’ya geldiğinde, Timurtaş Mısır’a kaçmıştır. Ancak orada öldürülmüştür. Timurtaş’ın Mısır’a kaçışını fırsat bilen Dündar Bey’in oğlu Hızır Bey 1328 yılında tekrar Eğirdir’e dönüp yönetimi eline almıştır. XIV. yüzyılın ikinci yarısında, bu kez Eğirdir Karamanoğulları’nın saldırılarıyla zor duruma düşmüştür. Bunun üzerine komşuları Germiyanoğulları ve Osmanoğulları’ndan yardım istemiştir. Osmanoğulları’nın bu yardımına karşılık Hamitoğlu Beyliği’nin bir kısım toprakları Osmanlılar’a verilmiştir. Hamitoğlu Beyliğinin tüm toprakları 1390 yılında Yıldırım Bayezid tarafından Osmanlı topraklarına katılmıştır.
Hamitoğlu Beyliği döneminde Eğirdir’de ilmi ve sosyal hareketlerin canlı olduğu ve bununla ilgili medrese, tekke, mevlevihane gibi kurumların bulunduğu bilinmektedir. Hamidoğulları döneminde Eğirdir’i ziyaret eden ve ramazan ayını burada geçiren ünlü gezgin İbni Batuta şehri çok nüfuslu, güzel çarşı ve pazarları olan, iyi sulanmış meyve bahçeleriyle çevrili bir belde olarak anlatır.
Ankara savaşı galibi Timur ya da komutanları, 1402 ya da 1403 yılında Eğirdir’i talan etmiştir. Bu talan sırasında Eğirdir halkının Nis adasına (Yeşilada) sığındığı bilinmektedir. Timur Eğirdir ve çevresini Karamanoğlu II. Mehmet’e vermiştir. Mehmet Bey de Timur adına Kayseri, Konya, Larende’de olduğu gibi Eğirdir’de de sikke kestirmiştir. Karamanlılar 1425 yılında Eğirdir’i Osmanlılara iade etmek zorunda kalmışlardır.
Eğirdir yarımadasının uzantısında bulunan Yeşilada (Nis), bölge tarihi ve kültürü açısından özel konuma sahiptir. Hıristiyanlığın ilk dönemlerinde, önemli bir dini merkez olma görevi üstlenmiş, rahibelerin yaşadığı bir yer olmuştur. Hamitoğlu Beyliği döneminde sadece Ortodoks Hıristiyanların yaşadığı bu adada, Timur istilasının ardından Müslümanlar da yaşamaya başlamıştır. Timur istilası sırasında adaya zorunlu göçen Müslümanlar, bu adada yaşadıkları süre içinde, Hıristiyan ve Müslümanların birlikte yaşayabileceklerini görmüşlerdir. 1750 ve daha sonrasında adada yaklaşık 80 Müslüman ve 100 Hıristiyan ailenin yaşadığı belgelerde görülmektedir. Türkçe konuşan ancak Yunan abecesi kullanan Hıristiyan nüfus Lozan Andlaşması kapsamında Yunanistan’ın Pire şehrine göç etmiştir. Giden nüfusun yerine, Yunanistan’ın Kesriye (Kastoria) kentinden göçmenler gelmiştir.
Eğirdir, Osmanlı’ya katıldıktan sonra önemini zamanla kaybetmiş ve Isparta öne çıkmıştır. 1887-88 tarihli Konya Vilayeti Salnamesine göre bu sıralarda Eğirdir’de dördü minareli olmak üzere otuz iki cami, on yedi mescit, iki medrese bir kütüphane, dört hamam, 150 kadar dükkan, üç han ve iki kilise bulunmaktadır. Osmanlı egemenliği döneminde, bölge ülkenin orta yerinde kaldığından savunma gereksinimi kalmamıştır. Bu nedenle surların onarılması gerekmemiş ve yıkılmaya yüz tutmuştur.
Osmanlı döneminde, 1402 – 1501, 1522 ve 1568 yıllarında yapılan tahrirlerin yer aldığı defterlerde ve Katip Çelebi’nin “Cihannüma” isimli eserinde Eğirdir, Hamit Sancağı’nın kazaları arasında görülmektedir. Bu dönemde Eğirdir, Hamit ilinin, kalesinde “Hisar Erleri” bulunan, surlarla çevrili tek şehridir. Bu surlar, 17. yüzyılda, hatta 18. yüzyılın başlarında Fransız seyyah Paul Lucas’ın belirttiğine göre hala sağlamdı. Sözü edilen surların şehrin dış surları olduğu düşünülmektedir. Dış surlar, şehrin güney ve kuzeyden giriş noktalarını korumaktadır. 1895 yılında Eğirdir’i ziyaret eden Friedrich Sarre, şehre güney kapısından girdiğini ve burada demir kapıların bulunduğunu söylemektedir. Sözü edilen giriş, bugünkü Demirciler Çarşısının olduğu yerdedir. İç kale, Eğirdir yarımadasının uç kısmını çevrelemektedir. Özgün yapısından çok şey kaybetmesine karşın hâlâ ayakta durmaktadır.
Osmanlılar döneminde zaman zaman Hamideli Sancağı’nın merkezi olan Eğirdir, Tanzimattan sonra Konya Vilayeti Hamit Sancağı’na bağlı bir ilçe merkezi oldu.
1899 ve 1914 yıllarında yaşanan deprem kentte az da olsa yıkımlara neden olmuştur.
Osmanlı Devleti’nin son dönemine kadar Eğirdir’e ulaşım olanakları çok kısıtlıdır. Eğirdir’in kuzey kapısından batıya doğru gidildiğinde Isparta’ya kuzeye doğru gidildiğinde Barla’ya ulaşılabiliyordu. Güney kapısından yola çıkıldığında, önce gölün güney ucundaki Köprübaşı noktasına ulaşılıyordu. Buradan güneye gidilerek Antalya’ya ulaşılabiliyordu. Köprübaşı’ndan gölün doğu kıyısı boyunca gidildiğinde Pisidiya Antiokheia’a ulaşılıyordu. Eğirdir’e 1912 yılında İzmir-Aydın demiryolu hattı getirilmiştir. Bu hat, bölgenin ticaretine canlılık getirdiği gibi, Kurtuluş Savaşında da önemli işlevleri olmuştur. 1910-1913 yıllarında Eğirdir’de 500 halı tezgahı bulunduğu, bu tezgahlarda 1500 kişinin çalıştığı ve toplam 15000 metrekare halı dokunduğu kayıtlarda görülmektedir.
Cumhuriyet Döneminde Eğirdir’de meydana gelen büyük olaylardan birisi de 4 Mayıs 1959’daki büyük yangındır. Bu yangından sonra Eğirdir yeni baştan imar edilmiştir.
Eğirdir’in Anıtsal Yapıları
Eğirdir’de geçmiş dönemlerin izlerini ve kültürünü taşıyan önemli yapılar bulunmaktadır. Bu yapılar içinde kaleler, hanlar, medreseler, türbeler, camiler ve kiliseler bulunmaktadır.
Kaleler Eğirdir’in doğal yapısı, kente koruma sağlamaktadır. Sivri dağının eteğindeki yarımada üzerinde kurulmuş olan Eğirdir’e giriş güney ve kuzeydeki dar geçitlerden yapılabilmekteydi. Bu dar giriş noktalarına güvenlik kapılarının kurulmuş olduğu belgelerden anlaşılmaktadır. 1895 yılında kente güney kapısından giren gezgin F. Sarre, demir kapıların varlığından söz etmektedir. Kenti korumak amacıyla, Sivri Dağı’nın tepesinde de bir kale bulunmaktadır. Bu dış kalelere ek olarak, bugün Kale Mahallesi olarak anılan, ve Eğirdir yarımadasının uç kısmını kapsayan bölgeyi korumak amacıyla
inşa edilmiş olan kale hâlâ ayaktadır. Kalenin MÖ IV. yüzyılda Lidya krallarından Kresuz tarafından yaptırıldığı sanılmaktadır. Kalenin daha sonraki dönemlerde çeşitli, tamirler gördüğü, Timur tarafından önemli ölçüde tahrip edildiği, daha sonra önemini kaybettiğinden bakımsız kaldığı bilinmektedir. Kale surlarının ana karaya bakan yüzünde yaklaşık 5 m genişliğinde gölün iki yakasını bağlayan bir hendek bulunuyordu. Kalenin orta yerinde kale kapısı bulunmaktaydı. Kaleye giriş hendeğin üzerindeki köprüden yapılabiliyordu. 1907 yılında Eğirdir’e ziyaretçilerin çektiği fotoğrafta o günkü durum görünmektedir. Günümüzde, hendek toprakla doldurulmuş, köprü ve kale kapısı sökülmüştür. Bu yetmezmiş gibi kale kapısının önüne, indirici trafo binası yerleştirilmiştir.
Kervansaray Eğirdir’in 3 Km güneyinde bulunan bu yapı, Anadolu Selçuklu sultanı II. Gıyaseddin Keyhüsrev tarafından 1237 yılında yapılmıştır. Doğu batı yönünde inşa edilmiş olan bu büyük yapı, inşaatından kısa bir süre sonra yanarak tahrip olmuştur. Kervansarayın ana kapısı,1301 de sökülüp taşınmış ve kent içindeki Dündar bey medresesine giriş kapısı yapılmıştır. Bugün Kervansaraydan, avluya bakan birkaç yolcu odasının temel izleri kalmıştır. Dündar Medresesinin kapısındaki yazıda, günümüz Türkçesiyle şunlar yazılıdır: “Büyük Sultan ve Yüce şehinşah, ümmetleri hükmünde tutan Arap ve Acemlerin sultanlarının sultanı, karaların ve denizlerin sultanı, zamanın zülkarneyni, zamanın Hüsrevi efendisi, ikinci İskender’i, Dünya sultanlarının sultanı, gökten teyid edilmiş, düşmanlarına muzaffer ve muvahhid, din koruyucularının emiri, kafirlerin, müşriklerin kahredicisi, zındıkların ve dinsizlerin başını ezen, haruç edenleri ve isyancıları söküp atan, hakkın direği halkın dayanağı, Allah’ın halifelerinin yardımcısı, Allah’ın mahluklarının imdadına koşan Anadolu’nun, Ermeni’nin, şam’ın ve Diyar-ı Bekir’in ve Frenk idaresindeki memleketlerin sultanı, Selçuk Hanedanının Tacı, dünya ve dinin mededkârı, fütuhat sahibi Keyhüsrev bin Keykubad bin Saâdetlu Kılıç Arslan bin Mes’ud bin Kılıç Arslan ki Emir-ül Müminin ortağıdır. işbu mübarek hanın imarını ferman etti, Cenab-ı Hak arzın, doğu ve batı taraflarında payidar kılsın. Sene 635”. [5],[10]
Dündar Bey Medresesi
1237 yılında Anadolu Selçuklu Sultanı II. Gıyaseddin Keyhüsrev zamanında han olarak yapılmış olduğu söylenmekle beraber, bu görüşün ana kapıdaki yazıttan yola çıkarak söylendiği anlaşılmaktadır. Medresenin ana kapısının, 3 Km güneydeki kervansaraydan sökülüp getirildiği 1993’de Kervansaray’da yapılan kazı çalışmalarında kapının eksik köşe taşının bulunmasıyla doğrulanmıştır. Bu nedenle yapının Hamidoğlu Dündar Bey tarafından medrese olarak yaptırılmış olma olasılığı daha yüksektir [10]. Kent sur duvarına yamanarak yapılmış olan medrese iki katlıdır. Ortasında avlu yer almaktadır. Avlunun ortasında, yuvarlak biçimli bir şadırvanın olduğu 1895 yılında Sarre’nin çekmiş olduğu fotoğrafta görülmektedir. Medresenin 30 odası bulunmaktadır. Dündar Bey medresesi ile ilgili iki önemli kayıt bulunmaktadır. Ünlü gezgin İbn-I Batuta, 1322 yılında Eğirdir’e geldiğinde Ramazan ayı boyunca Eğirdir’de kalmış ve zamanının büyük kısmını bu medresede geçirmiştir. O dönemde medresenin baş öğretmeni (müderrisi) Müslihu’d-dîn efendidir. Yeşilada’da bulunan Müslihu’d-dîn efendi türbesinin bu kişiye ait olma olasılığı yüksektir. Bazı kaynaklar bunu söylemek beraber kesin bir kaynağa rastlanamamıştır. Medrese içindeki sütunların başlarında, Selçuklu kartalı ve kelebek biçiminde kabartmalar göze çarpmaktadır. Bir eğitim merkezi olarak yapılmış olan Medrese, zaman içinde değişik amaçlar için kullanılmış ve şimdi bir alışveriş yeridir. Umarız bir gün yakışan bir görev verilir.
Yakın zamanlarda yenilenmiş olan medresede, bir iki sütun başı ilk hali ile korunmuştur. Medresenin yeterince korunduğu ve gereken değerin verildiği söylemek zordur.
Türbeler
Baba Sultan Türbesi
Kitabeden anlaşıldığına göre 1358 yılında Hamidoğlu İlyas Bey zamanında ısa Bin Musa için yaptırılmıştır. Türbe içinde Baba Sultan’ın yanında Sureti Baba (Zorti Baba) ve Palaz Baba’nın mezarı bulunmaktadır. Türbe sekizgen yapıdadır ve üzeri konik bir çatı ile örtülmüştür. Anadolu Selçuklu mimarisinin özelliklerini taşıyan türbe köyke taşından yapılmıştır. Türbenin her yüzünde yuvarlak kemerler ve bunların içerisine yerleştirilmiş birer pencere bulunmaktadır. Zorti Baba’nın, Eğirdir’i işgal eden Timur’a karşı geldiği ve ona “zort” çektiği için bu ismi aldığı söylenmektedir. Eğirdir’i bizzat Timur’un işgal etmediği, komutanlarının işgal ettiği daha olasıdır. Dolayısıyla Zorti Baba’nın kafa tuttuğu, Timur’un komutanı olabilir.
Baba Sultan Türbesi (2008 – E. Adalı)
Müslihiddn Dede Türbesi (2008 – E. Adalı)
Devran Dede Türbesi (2008 – E. Adalı)
Devran Dede Türbesi
Eğirdir Kalesi’nin iç kısmında, kaleye bitişik bulunan bu türbenin, Kentin kurucusu Dündar Bey’in mezarı olabileceğini Kofoğlu söylemektedir [5].
Şeyh Müslihiddin Türbesi
Yeşilada’da bulunan bu türbenin, IX. ya da X. yüzyılda yaşamış şeyh Müslihiddin’in mezarı olduğu sanılmakla beraber, Dündar bey medresesi baş öğretmeni olan Müslihiddin efendiye ait olma olasılığı da bulunmaktadır [5], [8]. şeyhin dikişsiz gömleği Konya Müzesi’ndedir.
Camiler
Hızırbey Camisi
Eğirdir’deki en önemli yapılardan biri olan Hızırbey Camisi, aynı zamanda kentte bulunan en büyük camidir. Dündar Bey’in torunu Hızır bey tarafından 1327-1328 yıllarında yaptırıldığı ana kapı üzerindeki yazıtta söylenmekle beraber, aynı yerde, Anadolu Selçukluları’ndan kalma bir yapının var olduğu; caminin onun üzerine yapıldığı da ileri sürülmektedir. [9] 2008 yılında yapılan yenileme çalışmaları sırasında, bu savı kanıtlayan izlere rastlanmıştır. İlk yapının kapısı, şimdiki caminin kuzeybatı köşesinde ve cami zemininden yaklaşık 1 m aşağıda bulunmuştur. İlk yapıdan kalma iki kapı izi, şimdiki caminin mihrabının yanlarında bulunmaktadır. Eski yapının temelleri üzerine kurulan Hızır Bey Camisinin, kıblesinin doğru olması, eski yapının da bir cami olabileceği düşüncesini doğurmaktadır. Ancak, 2008 deki çalışmalar sırasında mihrabın iki yanındaki kapı izleri bu olasılığı çürütmektedir. Hızır bey Camisi ve Dündar Bey Medresesinin doğu duvarı, aslında kentin dış kale duvarıdır. Caminin ana kapısı ile medresenin ana kapısı karşılıklıdır. Cami ile medrese arasında kalan kısımda kentin ana giriş kapısı bulunmaktadır. Kentin ana giriş kapısı üzerine caminin minaresi inşa edilmiştir. Caminin ana kapısının, Dündar Bey Medresesinin kapısına benzetmek üzere yapıldığı açıktır. Ancak işçiliği çok güzel değildir. Kapı taşlarının, II. Gıyaseddin Keyhüsrev tarafından yaptırılan kervansaraydan getirildiği anlaşılmaktadır. Cami 1814 yılında çıkan bir yangında tamamen yanmış Yılanlıoğlu şeyh Ali Ağanın önderliğinde yeniden yaptırılmıştır. 1820 yılında tekrar ibadete açılmıştır. Bu onarım sırasında tüm ağaç direkler, minber ve ana kapı yenilenmiştir. Ana kapı kündekari tekniği ile yapılmıştır. Mimari özellikleri açısından dönemim Selçuklu özellikleri taşımakta, boyut ve yapı olarak Beyşehir’deki Eşrefoğlu Camisi’ne benzemektedir. Cami ilk yapıldığında, Eşrefoğlu camisine benzer biçimde üstü dam olarak kapatılmış; ortasında kar girişi için boşluk bırakılmıştır. 1883 yılında, Burhanoğlu Hacı Murat Ağa öncülüğünde yapılan onarımda caminin üstü kiremitli çatı ile örtülmüştür. Çatı katran ağacı ayaklar üzerinde durmaktadır. Karlığın üst kısmına rastlayan çatı kısmı sekizgen bir mimari biçimde inşa edilmiştir. 1954 onarımında kubbeyi andıran bu kısım bugünkü dikdörtgen biçime dönüştürülmüştür. Caminin orta kısmında bir karlığın olması olasıdır. 1950 li yıllarda göl suyunun yükseldiği zamanlarda, caminin orta kısmındaki kuyu biçimindeki çukurda su görüldüğü bilinmektedir. Bu çukurun karlık olması olasıdır. Göl suyunun yükselmesi sonucunda cami zemininin yükseltilmesi gerekmiş ve 1954 yılında zemin yaklaşık olarak 30 cm kadar yükseltilmiştir. Bu onarım sırasında mihrap Kütahya çinileriyle yeniden yapılmıştır. Zaman içerisinde, cami çevresindeki yolların yükseltilmesi sonucunda, camisinin zemini yol hizasından yaklaşık 1,5 m aşağıda kalmıştır. Caminin bir başka önemli özelliği özgün minaresidir. Minare, caminin doğu duvarının devamı üzerine inşa edilmiştir ve altından küçük bir ticari aracın geçebileceği büyüklükte geçit bulunmaktadır. Bu özellik camiye ayrı bir önem katmaktadır. Minare ilk yapıldığında üstü çini ile kaplı olmasına karşın, geçirdiği yangınlar sonunda bu çiniler yok olmuştur. 2008 deki onarım çalışmaları sırasında, daha önce boya ile kapatılmış olan duvar süslemeleri ortaya çıkmıştır. Yağlı boya ile kat kat boyanmış olan minber ve ana kapının özgün haline getirilmesi oldukça zor görünmektedir. Bu onarım sırasında, daha önce camiye yapılmış olan eklemelerin kaldırılacağı anlaşılmaktadır. Bu bağlamda, ana kapının önüne eklenmiş olan saçak, kapının sol tarafına yapılmış olan abdest yeri ve minarenin yanında bulunan bayrak sallama odası yıkılacaktır. Aynı çerçevede, cami içinde yapılmış olan eklemelerin de kaldırılacağı açıklanmıştır. En önemlisi, cami ile medrese arasındaki dolgu boşaltılarak, ilk günkü durumuna getirilmesi önemli bir çalışma olarak değerlendirilebilir. Böylece kentin ana girişi minare altı kapı da eski durumuna kavuşacaktır. Yakın zamanlarda, caminin kuzey-batısına açılmış olan biçimsiz kapının da kapatılması uygun olacaktır.
Ağa Camisi
1413 yılında yapıldığı bilinen cami, Ağa mahallesinde bulunmaktadır. Minaresinin 1777 yılında yapıldığı bilinmekte olan cami, zaman içinde onarımlar görmüş ve üzeri kiremitle kaplanmıştır.
Yılanlıoğlu Camisi
Şeyhülislam El Berdai türbesinin yanında yer alan cami 1806 yılında Yılanlıoğlu tarafından yaptırılmıştır.
Yeşilada Camisi
Yeşilada (Nis Adası) içinde yer alan caminin bulunduğu yerde önceleri Kızıl Kutup adıyla anılan bir kilise bulunmaktaydı. Hıristiyan halk tarafından Adada yaşayan Müslümanlara hediye edilen bu ahşap kilise, 1618’de Sultan II. Osman’ın fermanıyla camiye ibadete açılmıştır. Yakın zamana kadar Ada camisinde bulunan bu ferman şu anda kayıptır. Fermanın içeriği şöyledir: “Siddei Saadetime mektuplar gönderip, Eğirdir kasabası ceziresinde (Nis Adası’nda) 18 bab kinisa olup, kenais mezkureden (Adı geçen kiliselerden) kız kilisesi demekle maaruf kinisa camii olmak münasip olmakla, kendi mallarıyla, haraba müşerref olan yerlerin tamir edüp, Camii şerif olmasın rica ettikleri, bildürüp izni hümayunu erzan kılınmıştır. Buyurdum ki, göresin, zikr olunan kinisa müstamel olmayıp, harap ve muattal ise kendi mallarıyla tamir ettürüp ikameti, Salat-ı Cuma ve iydeyn (Cuma ve iki bayram namazı kılınması) ettiresin. şöyle bilesin, alameti şerifeme itimat kılasın. Hicri 1027, .” (miladi 1618) Ahşap olan bu cami, kötü durumda olduğu için 1946 yılında, ada halkı tarafından yıkılmış ve yerine taş yapılı bugünkü cami imece usulüyle inşa edilmiştir. Kare biçiminde olan cami kubbelidir. Kubbenin üzeri kırma biçiminde ve kiremitle kaplı bir çatı ile örtülüdür. Cami içinde özgün sayılabilecek eser minberidir. Ada ustaları Abdullah Vural ve Hamza Ataalkın tarafından ağaç oyma yöntemiyle yapılmıştır.
Kiliseler
Eski adı Nis olan ve Atatürk’ün emriyle (1933) adı Yeşilada olarak değiştirilen ada, Hıristiyanlığın ilk dönemlerinde piskoposluk derecesinde öneme sahipti. Bu dönemde, adada irili ufaklı kiliselerin bulunduğu (18 adet kilise olduğu söylenmektedir) bilinmektedir. Bu kiliselerden bazılarının ve kızlar manastırının Timur istilası sırasında yıkıldığı; ardından manastırda yaşayan rahibelerden bir kısmının adadan ayrıldıkları söylenmektedir. 1930’larda, adada bir büyük, bir küçük kilise ve bir şapelin bulunduğu bilinmektedir. Bu kiliselerde bulunan süslemeler ve eserler, zamanın Eğirdir kaymakamı tarafından sökülüp götürülmüştür. Küçük kilise (Aya Thedoros)daha sonra yıkılarak yerine ilkokul yapılmış. Patrik evi bitişiğinde bulunan şapel 1940’lardan sonra yok olmuştur. şu anda sadece Aya Stefanos kilisesi ayaktadır.
Aya Stefanos Kilisesi
Doğu batı yönünde yerleştirilmiş olan kilise dikdörtgen biçimindedir. Kilise üç nefli ve apsislidir. XIX. yüzyılın ikinci yarısında yapılmıştır. Yan duvarlar moloz taş ile örülmüştür. Kilisenin üstü beşik çatı biçimindedir. Çatı içi harç sıvalıdır. Kilise çatısını tutan ayaklar ahşaptır ve üstleri sıvalıdır. Kilisenin doğu duvarında bulunan apsis yarım daire biçimindedir ve binanın dışına taşırılmıştır. Apsisin aydınlatılması için altta bir, üstte iki ve en üstte yuvarlak bir pencere bulunmaktadır.
Aya Giorgios Kilisesi
Bugün Barla’nın olduğu yerde MÖ 25’te Parlais kenti bulunmaktaydı. Hıristiyanlığın yasaklı olduğu dönemlerde mağara kiliseler oluşturan Hıristiyanlar daha sonra Aya Georgios kilisesini yapmışlardır. Barla kasabasının Rum mahallesinde bulunan bu ilk dönem kilisesinin mimarisi bu döneme özgü özelikler taşır. Kilisenin güneyindeki ana giriş kapısından önce giriş kısmına (narteks) girilir. Burası Hıristiyan olmayanların girebileceği kısımdır. Daha sonra ana kısma geçilir.
Aya Stefanos Kilisesi (Yeşilada) E. Adalı
Aya Giorgios Kilisesi (Barla) E. Adalı
Beyşehir’in Tarihi
Beyşehir’de MÖ 6000-7000 yıllarında yaşam olduğuna ilişkin kalıntılar bulunmuştur. Ayrıca Hititlerin, MÖ 2000-1200 yıllarında bölgede yaşamış oldukları bilinmektedir. MÖ 1200 yıllarında Firiglerin bölgede egemenlik kurduklarını görmekteyiz. Daha sonra bölgede Pisinya adında bağımsız bir devlet kurulmuş ve bölge Pisidiya adıyla anılmaya başlanmıştır. Bölge MÖ VII. yüzyılda Lidyalılar, 546’da Persler, 333’de Büyük İskender ve MÖ 120’de Romalıların egemenliğine geçmiş; Roma İmparatorluğu’nun yıkılmasının ardından Doğu Roma’nın egemenliğinde yaşamıştır. Bugünün Göller Bölgesi, Malazgirt savaşından sonra Anadolu Selçuklu Devleti’nin egemenliğine girmiştir (1142). Anadolu Selçuklu sultanı Alaeddin Keykubat, Beyşehir civarında Kubat-Abad şehrini kurarak burayı yazlık başkent yapmıştır. Moğolların 1243’te Anadolu’yu istila etmeleri üzerine Selçuklu Devleti yıkılmıştır. Bu durumu fırsat bilen Eşrefoğlu Seyfettin Süleyman Bey, Süleymaniye (Beyşehir) şehrini inşa etmiş ve bağımsız Eşrefoğlu Beyliği’ni kurmuştur. Beylik, günümüzdeki Afyon, Bolvadin, Emirdağ, Yalvaç, Şarkikaraağaç, Seydişehir ve Bozkır’ı kapsamaktaydı. Moğol komutanlarından Çobanoğlu Timurtaş (Demirtaş) 1326 da Eşrefoğlu Beyliğinin egemenliğini sona erdirmiştir. Moğollar beyliğin başına İsmail Aka’yı getirilmiştir. Daha sonra beylik Hamidoğulları Beyliğinin ve ardında da Osmanlıların hakimiyetine girmiştir. Kent Osmanlılar ve Karamanlılar arasında defalarca el değiştirmiştir. Sonunda 1476 yılında Fatih Sultan Mehmet tarafından Osmanlı egemenliği altına alınmıştır.
Beyşehir’in Anıtsal Yapıları
Beyşehir’de, Eşrefoğlu beyliği döneminde yapılmış yapıların yanı sıra Beylik öncesi ve sonrası dönemlerden kalma, bölgenin geçmişini ve kültürünü yansıtan önemli yapılar bulunmaktadır. Bu yapılar içinde Kubadabat şehri, Eşrefoğlu Camisi, Bedesten, Beyşehir Köprüsü ve Kale sayılabilir.
Kubat-Abad şehri
Anadolu Selçuklu Sultanı II. Alaaddin Keykubat, hayran kaldığı Gölyaka yöresinde 1227 yılında Kubat-Abad şehrini kurdurmuştur. Kubat-Abad şehrinin surlarla çevrili olduğu ve yüksek bir kulesinin bulunduğu bilinmektedir. Sur içinde sarayların, köşklerin, camilerin, hamamların, has bahçe ve havuzların bulunduğu kentten bugün sadece çiniler ve kalıntılar kalmıştır. Kentin göl kıyısında tersanesinin bulunduğu da bilinmektedir.
Kız Kalesi
Kubat-Abad sarayının karşısında ve göl içinde bulunan bir adacığın üzerine Alaaddin Keykubat tarafından harem olarak yaptırılmıştır. Ayrıca kalede Sultan I. Ahmet tarafından 1615’te ve Sultan IV. Murat zamanında 1633 yılında onarıldığını söyleyen yazıtlar bulunmaktadır. Beyşehir Kalesi’nden günümüze sadece kalenin bir kapısı kalmıştır.
Eşrefoğlu Camisi
Cami çevresi kale ile sarılı olduğundan İçeri şehir denilen yerde bulunmaktadır. Cami dikdörtgen yapıdadır ve uzun kenarı kıbleye doğrudur. Ana kapısı kuzeyde ve diğer iki kapısı doğu ve batı tarafındadır. İlk olarak Anadolu Selçuklu sultanı Sancar tarafından 1134’te yaptırılan cami, Eşrefoğlu Süleyman Bey tarafından 1297 yılında yeniden inşa edilmiştir. Caminin orta kısmında bir kar havuzu bulunmaktadır. Bu havuzun üstüne rastlayan kısım açık olarak inşa edilmiştir. Bu açıklıktan, dam üzerinde biriken karın cami içindeki kar havuzunun dolması amaçlanmıştır. Kışın yağan karlar bu havuzda toplanır; kar su ve yazın serinlik için kullanılırdı. Kar havuzunda biriken karın, aynı zamanda, cami içinde nem oluşturduğu ve bu nemim, ağaç yapılara yaradığı belirtilmektedir. 1950’li yıllarda, bu özgün tavan yapısı, bilgisiz politikacıların işgüzarlığı sonucu çatı ile kapatılmıştır. Firuze, lacivert ve mor çini mozaik ile kaplanmış olan mihrabın yüksekliği 6 m ve eni 5.50 m dir. Mihrabın bulunduğu kısımda küçük ama görkemli bir kubbe bulunmaktadır. Kubbe, çini ve sırlı tuğla karışımıyla gerçekleştirilmiştir. Minber ceviz ağacından yapılmış olup kapısının üzerine kufi tarzda bir yazıt işlenmiştir. Bu yazıtın ortasında “Allah, Muhammed ve köşelerinde dört halifenin adları yazılıdır. Minber kündekâri tekniği ile yapılmıştır. Ana kapı ve bey mahfelinde de kündekâri tekniği görülür. Cami içindeki ağaç işçiliği ve ana giriş kapısının taş işçiliği döneminde sanatın eriştiği düzeyi göstermektedir. Kündekâri eserlerin ısa isimli sanatkar tarafından yapıldığı, minber kapısı ve ana kapıdaki yazılardan anlaşılmaktadır. Sanatçı “Amele ısa” olarak adını işlemiştir. Bu amele sözcüğünün, bugünkü anlamından farklı olduğu unutulmamalıdır. Eşrefoğlu Camisi Anadolu’daki ahşap camilerin en büyük ve en özgün olanıdır. Dikdörtgen biçimde olan caminin güney cephesi 31,8 m ve batı cephesi 46,5 m dir. Taş ve ağaç işlemeleri, kalem işleri, mozaik çini süslemeleri, Selçuklu sanatının eriştiği yüksek düzeyi yansıtmaktadır. Camide süslemeli 42 ağaç dikme bulunmaktadır. Dikmeler bölgedeki Amanas Dağında yetişen sedir ağaçlarından sağlanmıştır. Dikmelerin başları abanoz ağacındandır. Dikmelerin desteklediği ahşap çatı, ilk yapıldığında toprak dam iken günümüzde çinko kaplı kırma çatı biçimindedir.
Eşrefoğlu Türbesi
Eşrefoğlu Camisi’nin doğu tarafında, camiye bitişik olarak yapılmıştır. Eşrefoğlu I. Süleyman Bey de buraya gömülmüştür.
Bedesten
Eşrefoğlu Camisi’nin kuzeyinde ve kale kapısının karşısında yer alır. Yapının adı cami yazıtında, bez satılan yer anlamında “Bezziye Han” olarak geçmektedir. Bedestenin boyutu 21×28 m dir. İki ayak üzerine oturmuş altı kubbesi bulunan. Bedestenin çevresinde 34 dükkan yer almaktadır. İki kapısı bulunan Bedesten 1451 yılında Osmanlılar tarafında inşa edilmiştir.
Beyşehir Kalesi
Günümüzde İçerişehir Mahallesi’nde bulunan Beyşehir Kalesi’nin yazıtında kaleyi 1288 yılında Gıyaseddin ve Keykavusoğlu Mesut zamanında Emir Eşrefoğlu Seyfeddin Süleyman’ın yaptırdığı yazılıdır.
İçeri şehir Hamamı
İçeri şehirde bulunan hamam Selçuklu hamam mimarisinin güzel bir örneğidir.
Beyşehir Köprüsü
Beyşehir ve Suğla Göllerini bir kanalla birleştirilerek Çumra Ovası’nın sulanması amacıyla bir çalışma yapılması Kanuni Sultan Süleyman döneminden beri düşünülmüştür. Osmanlı’nın son döneminde, Konya valisi Avlonyalı Ferit Paşa bu düşünceyi Beyşehir Köprüsü’nü yaptırarak hayata geçirmeyi başarmıştır. 1908-1904 yılları arasında inşa edilen bu köprü, düzenleyici bir barajdır. Taşköprü’ nün uzunluğu 40,70 m ve eni 6,35 m dir. Batı tarafında 14 sütun üzerine oturan, 15 gözlü köprü üstü kemeri vardır.
Eflatunpınar (Hitit Çeşmesi)
MÖ 1300-1200 yılları arasında Hititler tarafından yapılmış, tanrı kabartmaları işlenmiş kutsal bir anıtdır. Anıtın eni 7 ve yüksekliği 4 m dir. Anıt ilk kez W. J. Hamilton tarafında 1849 yılında bulunmuştur. Anıtın kuzey cephesi on altı adet dikdörtgen taş kullanılarak yapılmıştır. Her taşın üzerine değişik kabartmalar işlenmiştir. Her kabartmaya bir anlam yüklenmiştir. Bu kabartmaların üst kısmında bir kanatlı güneş kursu yer almaktadır. Anıtın ortasına bir tanrı ve tanrıça kabartması işlenmiştir. Tanrı ve tanrıçanın arasında ve yanlarında ikişer tane demon (cin) altında boğa ve aslan başlı bir grifon bulunmaktadır. Ellerini yukarıya kaldırmış tanrı ve tanrıçalar ile güneş kursunu taşıyan kabartmalar bulunmaktadır. Çeşmenin cephesinin iki dış kenarında ve üstünde daha büyük iki cin bulunmaktadır. Onlar da büyük cephenin genişliğini kaplayan, tek bir taş üzerine işlenmiş büyük kanatlı güneş kursunu taşımaktadır. Böylece oluşan bütün kabartmaları içerisine alan Aedicula içerisinde baş kabartmalar korunmaktadır. Oturan tanrıçanın güneş kursuna benzeyen başlığı, bunun bir güneş tanrıçası olduğuna işaret etmektedir. Büyük olasılıkla erkek tanrı da Güneş Tanrıçası’nın eşi Fırtına Tanrısı’dır.
Atabey’in Tarihi
Antik çağda Ağrai veya Agpia olarak anılan Atabey yöresi MÖ 334’te Büyük İskender’in egemenliği altına girmiştir. Büyük İskender’in komutanlarından I. Seleukos Nikator’un oğlu I. Antiochos Soter tarafından kurulan Seleukeia kenti, ilçenin güney batısında yer alan Bayat köyü sınırları içerisindedir. Bölgenin MÖ 164’te Roma egemenliğine girmesinden sonra İmparator Claudius döneminde Claudioseleuceia adını alan şehir daha sonra “demirden“ anlamına gelen “Sidera” ön adını alarak Seleukeia Sidera şeklinde adlandırılmıştır. Seleukeia’nın Doğu Roma döneminde Agrai (Atabey) ile aynı piskoposluğa bağlandığı kayıtlardan anlaşılmaktadır. Malazgirt Zaferi ile Anadolu egemenliğinin Anadolu Selçuklulara geçmesinden sonra, Atabey 1224’te Alaaddin Keykubat’ın Subaşısı Antalya Valisi Mubarizüddin Ertokuş tarafından Anadolu Selçuklu topraklarına katılmıştır. Anadolu Selçukluları döneminde 1224’te Ertokuş tarafından Atabey’de bir medrese inşa ettirilmiştir. XIII. Yüzyıl başlarında tamamen Türkleşen bölgede, önemli bir yerleşim merkezi olarak beliren Atabey’deki Medrese, Osmanlı Devleti eğitim sistemi içinde de görevini sürdürmüştür. 1301 yılında kurulan Hamidoğulları Beyliği’nin kurulması ile Atabey bu beyliğin egemenliği altına girmiştir. Hamidoğlu beyliği ikiye ayrıldığında Dündar Bey’in tarafında kalmıştır. İlyas Beyin oğlu Kemaleddin Hüseyin Bey, 1380 yılında Osmanlı Padişahı I. Murat ile yaptığı anlaşma sonucunda 80.000 altın karşılığında Isparta ve çevresini Osmanlı egemenliğine bırakmıştır. Atabey de bu dönemde Osmanlı egemenliğine girmiştir. Osmanlı döneminde yirmi iki mahallesi olan kasaba, özellikle dokumacılığın geliştiği sanayi ve bir ilim merkezi olarak yaşamıştır. Agros, XVI. Yüzyılda Hamit Sancağında bulunan on altı pazar yerinden birisi idi. Kasabanın Pambuklu (Penbeli) köyünde yetiştirilen pamuğun işlenmesi sonunda dokunan ve Osmanlı’da “donluk” denilen boğası kumaşı oldukça iyi bir pazar buluyordu.
Atabey’in Anıtsal Yapıları
Ertokuş Medresesi
Sultan I. Alaeddin Keykubat zamanında Anadolu Selçuklu uç kumandanı Mübarizeeddin Ertokuş tarafından 1224 yılında yaptırmıştır. Medresenin taşları Atabey ve Bayat’ta bulunan tarihî yapılardan buraya taşınmıştır. Medrese, Kapalı medrese biçiminde inşa edilen yapıda bir dış avlu, bir iç avlu, türbe ve medrese odaları bulunmaktadır. Medresenin basık kemerli ana kapısından bir eyvana girilmektedir. Eyvanın iki yanında odalar bulunmaktadır. Oda kapıları, olağan Selçuklu medrese kapılarında olduğu gibi sade ve basıktır. Avluya sivri kemerli bir kapıdan geçilerek girilmektedir. Avludaki odalara medrese dışından dehliz biçimindeki yollardan girilmektedir. Medrese girişinin karşısında mescit ve derslik görevi gören bir eyvan bulunmaktadır. Bu eyvanın iki yanında köşe kubbeleriyle örtülmüş iki oda vardır. Bu mescitten de sivri kemerli üç kapı ile türbeye geçilmektedir. Bu üç kapı geometrik süslerle bezenmiştir. Mescidin taş mihrabı Selçuklu mimarisinin eriştiği sanat düzeyini yansıtması açısından güzel bir örnektir. Türbenin üst kısmı sekizgen biçimde bir kubbe ile örtülmüştür. Kubbenin dışı piramit biçiminde bir çatı ile kapatılmıştır. Türbenin duvarları kesme taşlarla örülmüştür. Taşların bir sırası koyu, bir sırası açık kırmızı renktedir. Türbedeki sandukanın, ilk yapıldığında çini ile kaplı olduğu anlaşılmaktadır.
Feyzullah Paşa Camisi
Feyzullah Paşa Camisi Atabey’in Müftü Mahallesinde, Ertokuş Medresesinin tam karşısında bulunur. Medrese avlusu ile cami arasında 5-6 metrelik yol vardır. Böcüzade Süleyman Sami’nin “Isparta Tarihi” kitabında caminin 1495 yılında yapıldığı yazıyorsa da 1645-1648 yılları arasında yapılmış olması daha olasıdır. Caminin üstü eskiden toprak damla örtülüyken, zamanla harap olduğu için 1924 yılında yıkılarak yeniden bugünkü haliyle yapılmıştır. Yapımı sırasında eski gelenek izlerini taşıyan ahşap sütunlar ve tahta işlemeler aynen tekrar kullanılmıştır. Caminin tuğla minaresi sağlam olduğundan aynen bırakılmıştır. Minarenin kuzeye bakan kısmında kürsü ile gövde arasında 1861 tarihli bir kitabe vardır. Bu kitabede minarenin belirtilen tarihte Mehmed Uşşaki tarafından yapıldığı yazılıdır.
Uluborlu’nun Tarihi
Frigler ve Romalılar döneminde “Apollonia” adıyla anılan Uluborlu, o dönemde, günümüzdeki Bahar ve Kuyubaşı adıyla anılan yerlerde kurulmuştur. Daha sonra “Sozimus” isimli bir papazın kararı ile stratejik bakımdan daha güvenli olduğu düşünülen, bugünkü Kale içi ve halk arasında şehir olarak adlandırılan, eski kasabaya taşınmıştır. O ana kadar Apollonia ismiyle anılan beldeye, papazın anısına “Sozopolis” adı verilmiştir. Aynı dönemlerde ayvalar memleketi anlamına gelen, Mordiaum adıyla da anılan belde Anadolu Selçuklularının egemenliğine girdikten sonra “Burgulu, Borlu, Birgili” gibi isimlerle anılmıştır. Borlu ismi Doğu Roma ordusunda paralı askerlik yapan ve Uluborlu’ya yerleştirilen Kuman Kıpçak Türkleri tarafından verilmiştir. Divan-ı Lûgat-it Türk’te, bor; üzüm, şarap anlamındadır. Uygur Türkleri tarafından Bor sözcüğü yaygın olarak bağlık, bahçelik ve üzüm anlamında kullanılmıştır.
Malazgirt savaşı sonrası, Anadolu Selçuklu sultanı Süleyman şah döneminde bölge Türklerin eline geçmiştir. Bu stratejik yerin Türk egemenliğine geçmesi Doğu Roma için büyük bir yıkım olmuştur. Bu nedenle Doğu Roma kıralı II. Loannes Komnenos Uluborlu’yu geri almak üzere bir sefer düzenlemiştir. Ancak iyi korunan Uluborlu Kalesini almayı başaramamıştır. Uluborlu kalesini almak için değişik bir taktik geliştiren kral kaleye tekrar saldırmıştır. Son denemesinde, ordusuna yenilmiş görüntüsü vererek askerlerini geri çekmiştir. Yenilmiş görüntüsündeki Roma askerlerini takip için kaleyi terk eden Uluborlu askerleri, günümüzde Kanlık Yokuşu olarak adlandırılan bölgede pusuya düşürülerek kanlı biçimde öldürülmüşlerdir. Böylece Uluborlu tekrar Doğu Roma’nın eline geçmiştir. Bölgeye Kanlık Yokuşu adının verilmesi bu olaya dayanmaktadır.
1184 yılına gelindiğinde Anadolu Selçuklu Sultanı II. Kılıçarslan Uluborlu’yu Doğu Roma’dan geri almıştır. Anadolu Selçuklu Sultanı çok korunaklı ve güvenli olan bu kente kendi ailesinden insanları yerleştirmiştir. Anadolu Selçukluları döneminde önemli bir bilim merkezi olan Uluborlu, II. Kılıçarslan’ın ülkeyi on bir oğluna bölüştürdüğünde Anadolu Selçuklu Sultanı I. Gıyaseddin Keyhüsrev’in yönetimine vermiştir. Bu dönemde yoğun bir Türk göçü alan Uluborlu, büyük bir ilim, kültür ve sanat merkezi olmuştur. Moğol istilası sonucu Anadolu Selçuklu Devletinin zayıflatılmasıyla birlikte, Anadolu’nun her bölgesinde beylikler kurulmaya başlamıştır. Bu gelişmelere koşut olarak Uluborlu’da Hamit Bey tarafından Hamidoğulları Beyliği kurulmuştur. Bu beyliğe en parlak dönemi Hamid Bey’in torunu olan Dündar Bey yaşatmıştır. Bu parlak dönemde Uluborlu’da bazı önemli yapılar inşa edilmiştir. şeyh Muhiddin (Miyedin) Çeşmesi bu yapılardan biridir.
Uluborlu’da 1381 yılında Hamidoğulları idaresinden ayrılarak Osmanlı Devleti’nin egemenliğine girmiştir. Osmanlılar döneminde de önemli merkez olan kentte demircilik, dericilik, dokumacılık ve el sanatları gelişmiştir. Uluborlu’ya ilk yerleşen ve kente adını veren Kuman Kıpçak Türkleri Lozan anlaşmasına kadar Uluborlu’da yaşamışlardır. Türkçe konuşan ancak Yunan abecesi ile yazan ve Ortodoks Hıristiyan olan bu insanlar değişim sürecinde Yunanistan’a gönderilmişlerdir.
Pisidiya Bölgesi’nin Tarihi
Pisidiya bölgesi Anadolu’nun güneybatısında, bugünkü Göller Bölgesi’nde yer alır. Pisidiyanın güneybatısında Lykia, güneyinde Pamphylia, doğusunda İsaura, kuzeyinde Frigya bulunmaktaydı. Toros Dağları’nın üzerinde bulunan bölgede, Eğirdir, Beyşehir, Burdur, Kovada ve Salda gölleri bulunmaktadır. Pisidiya bölgesinde bulunan eski şehirlerin isimleri Selge, Sagalassos, Pednelissos, Adada, Tymbriada, Kremna, Pityassos, Amblada, Anabura, Sinda, Arrassos (Ariassos), Tarbassos ve Termessos’tur. Zengin su kaynakları, geniş ovaları ve elverişli iklimi nedeniyle bölge çok eski çağlardan beri gözde yerleşim yeri olmuştur. Bölgedeki en eski yerleşimlere ilişkin izler, Senirce-Bozanönü’nde bulunan Kapalıin mağarasında görülmektedir. Hattuşaş’ta bulunan Hitit tabletlerinde, bölge Arzava ülkesi olarak anılmaktadır. Arzavalılar ile Hitiler arasındaki çatışmaların MÖ XVII. yüzyılda başladığı ve Hitit Devleti’nin yıkıldığı XII. yüzyıla kadar sürdüğü bilinmektedir. Hitit ve Arzava krallıklarının sonunu Ege göçleri getirmiştir. Mısır kayıtlarında, MÖ 1194 yılında yazılmış olan bir stel (anıt taş) de “…Hatti ülkelerinden hiçbirisi bunların saldırılarına dayanamadı. Kode (Kadeş), Karkamış, Arzava ve Alaşiya tahrip edildiler…” açıklaması bulunmaktadır. Arzava krallığının yıkılmasından, Perslerin bölgeye egemen olmalarına kadar geçen sürede bölgenin egemen gücü hakkında kesin bilgiler bulunmamaktadır. Ege Göçleri sırasında Anadolu’ya geldiği düşünülen Frigler’in Pisidiyanın batı kısmına kadar ulaştıkları anlaşılmaktadır. Herodotos’un anlattığına, MÖ VI. yüzyılda Lykia ve Kilikia dışındaki yerler Lydia kralı Kroisos (Karun) tarafından yenilmiştir. Lydia devletinin MÖ 546 yılında Persler tarafından yıkılmıştır. Herodotos Pers hakimiyeti döneminde bu bölgenin durumu hakkında şunları yazar: “İonialılar, Asialı Magnesialılar, Aiolialılar, Karialılar, Lykialılar, Milyaslılar ve Pamphylialılar dört yüz gümüş talentlik vergilerini birlikte ödemekteydiler ve birinci satraplığı (valiliği) meydana getiriyorlardı.” MÖ 334 yılında Hellespontos’u geçerek Anadolu’ya giren Büyük İskender, Batı Anadolu’yu ve Lykia’yı ele geçirmiş; daha sonra kuzeydeki Milyas’a ulaşmıştır. Asıl hedefi Frigya’yı elde etmek olan Büyük İskender Termessos şehrini kuşatmış ancak zaman kaybettiğini düşünüp yoluna devam etmiştir. Bu sırada, Termessosluların düşmanı Selgeliler ve Pergelilerin yol göstermesiyle Sagalassos’a varan Büyük ıskender, bu şehri fethetmiştir. Ardından diğer Pisidiya şehirlerini savaşarak ya da anlaşarak egemenliği altına almıştır. Büyük İskender MÖ 333 yılında Lykia ve Pamphylia valiliğine Nearkhos’u getirmiştir. Büyük İskender’in ölümünden sonra MÖ 307’de Antigonos Monophtalmos’un yönetiminde kalan Pisidiya, MÖ 301 yılında ıpsos Savaşı galibi Seleukoslar’ın eline geçmiştir. Bölge MÖ 188 de Roma tarafından ele geçirilmiştir. Apameia Barış antlaşmasına göre bölge Bergama kralı II. Eumenes’e verilmiştir. Augustus zamanında MÖ 25’te Roma’nın Galatia eyaletine katılan bölgenin önemli şehirleri arasında Antiokheia, Kremna, Olbasa ve Komama Roma kolonisi yapılmıştır. Roma İmparatorluğunun yıkılmasının ardından bölge Doğu Roma’nın egemenliği altında yaşamıştır. 1200’den sonra bölge önce Anadolu Selçuklularının, ardından Osmanlıların egemenliği altına girmiştir.
Antiokheia bugünkü Yalvaç ilçesinin yaklaşık 1 km. kuzeydoğusunda bulunmaktadır. Kentin güneyinde, Eğirdir Gölü’ne akan Ak Çay (Anthius) yer almaktadır. Antiokheia, surlarla çevrili 46 hektarlık bir arazi üzerinde kuruludur. Kentin antik çağdaki yüzölçümünün yaklaşık olarak 800 Km²olduğu düşünülmektedir. Roma döneminde kent nüfusunun yaklaşık 70.000 olduğu sanılmaktadır. Su kaynaklarının zengin olması nedeniyle verimli topraklara sahip olan bölgeye Roma döneminde İtalya’nın fakir bölgelerinden göçmenler getirilmiştir. Kentin MÖ III. yüzyılda Seleukid Hanedanlığı tarafından kurulmuş olduğunu söylenmekle beraber, daha önceleri de bu bölgede yerleşimin olduğuna ilişkin izler vardır. D.M. Robinson başkanlığındaki Michigan Üniversitesi araştırma takımının 1924 yılından beri yaptığı kazı çalışmalarında MÖ 3000’e tarihlenen Tunç Devri izlerine rastlanmıştır. Bölgede yüzyıllar boyunca Pisidiya halkları yaşamıştır. VI. yüzyılda Anadolu’yu istila eden Persler de Pisidiya bölgesini valiliklere (satraplıklara) bölerek yönetmek istemişler; ancak isyanlar ve karışıklıklar nedeniyle başarılı olamamışlardır. Büyük İskender’in ölümünden sonra, Anadolu topraklarını paylaşmak için, İskenderin generalleri aralarında savaşmışlardır. Bu savaşların sonunda Pisidiya bölgesi Seleukid Hanedanı kurucusu Seleukos-I Nikator’un eline geçmiştir. O dönemlerde, korunma amacıyla kentlerin yüksek tepelere kurulduğu bilinmektedir. Antiokheia’nın da bu düşünceyle kurulmuştur. Bu dönemde bölge, Avrupa’dan gelen Galatların saldırıları ile uğraşmaktadır. Galatlar’ın bu saldırıları sırasında Antiokheia Pisidiya ve Frigya bölgelerinin sınırında bulunmasından dolayı bir ileri karakol olarak Antiokhos-I Soter tarafından kurulmuş olabileceği düşünülmektedir. Bu varsayım Antiokheia’nın MÖ 275 yılında kurulmuş olabileceğini göstermektedir. Ancak kentin kuzeydoğusunda bulunan Men Kutsal Alanı kalıntıları kentin MÖ IV. yüzyılda da var olduğunu göstermektedir. MÖ II. yüzyıldan sonra, Romalılar bölgeye egemen olmaya başlamışlardır. Romalılar MÖ 188 yılında Apameia (Dinar)’da imzalanan bir anlaşmayla Pisidiya topraklarını müttefikleri olan Bergama Krallığı’na bırakmışlardır. Bölgenin sürekli olarak çevredeki devletlerin baskınından rahatsız olan Roma İmparatorluğu, MÖ 25’te bölgeyi kolonileştirmeye başlamıştır. Bu dönemde Galatia eyaleti kurulmuş ve Antiokheia bu eyalete bağlanmıştır. Augustus döneminde (MÖ 27 – MS 14) Pisidiya ‘da 8 koloni kurulmuştur. Konumu nedeniyle Antiokheia’ya Caesareia unvanı verilmiş ve bağımsız kent olma hakkı tanınmıştır. Kent “Colonia Caesareia” adıyla, Pisidiya bölgesinde başkent konumuna yükselmiştir. Roma döneminde kent Latin anlayışıyla imar edilmiştir. “Vici” adı verilen ve aynı Roma kentinde olduğu gibi kent yedi tepe üzerine kurulmuş yedi mahalleye bölünmüştür, III. yüzyıl sonlarına kadar kentte Latince resmi dil olarak kullanılmıştır. Bu döneme ilişkin önemli kanıt imparator Augustus’un eylemlerinin anlatıldığı “Res Gestae Divi Augusti” yazıtının bir kopyasının Antiokheia’da Augustus Tapınağı önünde bulunmasıdır. Aslı imparator Augustus’un Roma’daki mezarının önünde sergilenmek üzere bronza üzerine yazılmıştır. Kent Hıristiyanlığın ilk dönemlerinde önemli bir merkez özelliği kazanmıştır. Aziz Paulos Hıristiyanlığın temellerini burada atmıştır. imparator Konstantin’in 311 yılında Roma İmparatorluğu içinde Hıristiyanlığı serbest bırakması ve Romanın resmi dini olarak kabul etmesinin ardından Antiokheia önemli bir Hıristiyan kenti olmuştur. IV. yüzyıl başlarında Pisidiya eyaletinin başkenti olmuştur. Kent VIII. yüzyıl Arap akınları ile karşılaşmıştır. Halife Velid döneminde, oğlu Abbas 713 yılında Antiokheia’a saldırmıştır. Bu saldırı sonunda önemli ölçüde yıkılan Antiokheia bir daha eski parlak günlerine dönememiştir. Haçlı seferleri sırasında kentin Haçlılara ev sahipliği yaptığı görülmektedir. XI yüzyılda bölgeye Anadolu Selçuklularının geldiği bilinmektedir. XII. yüzyılda Doğu Roma imparatoru Manuel Kommenos ve Anadolu Selçuklu Sultanı II. Kılıç Arslan’ın orduları Yalvaç yakınlarında Myriakefalon’da karşı karşıya gelmiş ve savaşı Anadolu Selçukluları kazanmıştır. Savaş sonrası 1176 Eylülünde yapılan anlaşmayla Antiokheia Anadolu Selçuklularının topraklarına katılmıştır. Anadolu Selçuklu Devletinin yıkılmasının ardından kent Osmanlı topraklarına katılmıştır. Anadolu Selçukluları, tepede kurulu Antiokheia yerine, ovaya yerleşmeyi yeğlemiş ve bugünkü Yalvaç’ı kurmuşlardır. Kentin adı aziz Paulos’u anmak üzere, “peygamber ya da elçi” anlamında olan Yalvaç olarak verilmiştir. Zaman içinde, Antiokheia depremlerle yıkılmış ve üzeri yaklaşık iki metre toprakla kaplanmıştır. Bu arada kentin taşları, Yalvaç şehrindeki çeşitli yapılarda bilinçsizce kullanılmıştır. Yalvaç’ı gezen herkes, merkez cami duvarında ya da sıradan binalarda, Antiokheia’dan taşınmış taşların kullanılmış olduğuna tanık olacaktır.
Kent Surları
Yamaca kurulmuş olan Antiokheia’nın çevresi kent suru ile çevrilidir. Toplam uzunluğu yaklaşık 3 Km olan surun temel taşları günümüze kadar kalabilmiştir. Surla çevrili olan alan 47 hektardır. Kent surlarının, zaman içinde güçlendirildiğine ilişkin izler bulunmaktadır.
Batı Kapısı
Antiokheia kenti, tarihi ipek yolu üzerindedir. İpek yolunun, Eğirdir Gölü’nün kuzeyinden geçen kısmı, Antiokheia’a uğramaktadır. İpek Yolu’nun, Antiokheia’a ulaştığı, kentin batı yakasında kent surları bulunmaktadır. Bu surların orta kısmında kentin Batı Kapısı yer almaktadır. Batı kapısı, üç gözlü kemerli yapıdadır. Günümüze, temel taşları ve çevreye dağılmış parçaları kalmıştır. Zafer takı biçimindeki bu kapı 1920 yılında Michigan Üniversitesi tarafından yapılan kazı sonunda ortaya çıkarılmıştır.
Kapının Hadrian için 120’den sonra yapıldığı ve 200’lere doğru kazanılan bir zaferin anısına zafer takına dönüştüğü anlaşılmıştır. Kapının orta girişinden kente girildiğinde yarım daire seklinde ve yarıçapı yaklaşık 1 m olan bir çeşme havuzu kalıntısı bulunmuştur. Havuzun suyu, 2 m genişliğinde bir su kanalı ile sağlanmıştır.
Güney Kapısı
Antiokheia’nın güneyinde bulunan Anthios Vadisi’ne erişim amacıyla kurulmuş olan bu kapıya ilişkin çok az kanıt kalmıştır. Kapının tek gözlü olduğu anlaşılmaktadır.
Kuzey Kapısı
Kenti kuzey girişine inşa edilmiş olan bu tek gözlü kapı, kent surları ile birliktedir. Günümüze, sadece temel kalıntıları kalmıştır.
Tiyatro
Decumanus Maximus caddesi üzerinde bulunan tiyatro çok hasar görmüştür. Tiyatro Göller Bölgesindeki diğer kentlerdeki (Sagalassos, Selge, Termessos) tiyatrolara oranla büyüktür. Tiyatronun cephe açıklığının yaklaşık 100 m olduğu görülmektedir.
Merkez Kilise
Tiberius Alanı’nın tam karşısında bulunan bu kilise, konumu nedeniyle Merkez Kilise adını almıştır. 1982 yılında Mitchell tarafından yapılan yüzey araştırması ve ardından Taşlıalan’ın kazılarında, kilisenin Ortodoks bir plana sahip olduğu ortaya konmuştur. Ramsay yaptığı kazılar sırasında bir yüzünde Diocletianus dönemi azizlerinden Neon, Nikon ve Heliodorus’un, diğer yüzünde Antiokheia’lı Bassus’un isimleri bulunan bir madalyon bulmuştur. Buna bağlı olarak 1927 yılında yayınladığı bir makalesinde, kilisenin Aziz Paulus’un ilk vaazını verdiği sinagog üzerine inşa edilmiş kilise olduğunu açıklamıştır. Günümüzde Aziz Bassus’un Kilisesi olarak adlandırılan kilise yıkık durumdadır.
Sütunlu Cadde
Sütunlu cadde, iki ana caddenin kesiştiği kavşaktan 75 m kuzeyde ve ikinci ana caddenin doğusundan başlayarak Tiberius alanına kadar uzanmaktadır. Kaldırımlı olan caddenin eni 11 m ve uzunluğu 69 m dir. Caddenin sağında ve solunda portikler (üstü örtülü, önü açık galeri) ve dükkanlar bulunmaktadır. Sütunlu caddenin heykellerle donatılmış olduğu, heykel altlıklarından anlaşılmaktadır. Caddenin ortasından atık suların akıtılması için bir kanal bulunmaktadır. Ayrıca, dükkanlara kadar uzanan temiz su künkleri de bulunmaktadır.
Tiberius Meydanı
Merkezi Kilise’nin doğusundan geçen Cardo ile Propylon arasındaki alan Tiberius Meydanı olarak adlandırılır.
Propylon
Tiberia Platea’nin üst noktasına gelindiğinde on iki basamaklı kısma ulaşılır. En üst noktada, anıtsal giriş kapısı (Propylon) yer alır. Üç kemer üzerinde süslemelerin bulunduğu bu görkemli kapı, Batı kapısına benzemektedir. Propylon, Augustus Tapınağı’na giriş kapısı görevini görmektedir. Propylon, Marcus Antonius’u Actium deniz savaşında yenerek Roma imparatorluğunun tek egemeni olan ve Augustus unvanı alan Octavianus adına yapılmıştır.
Üç kemerli girişin yan kemerleri 3.5 m ve merkez giriş kemeri 4,5 m genişliktedir. Orta kemerin üst kısmındaki boşluklarda, karşılıklı olarak diz çökmüş, elleri arkadan bağlı, biri çıplak iki Pisidiya’lı savaş esiri kabartması bulunmaktadır. Yan giriş kemerlerin üst kısımlarında ise karşılıklı girland (yaprak, çiçek veya meyvelerden oluşan uzunca hevenk şeklinde düz resim ya da kabartma olarak yapılan bezeme türü) taşıyan Eros ve Nike kabartmaları bulunmaktadır.
Augustos Tapınağı
Propylon’dan ileri gidildiğinde kentin en yüksek noktasında, kayaların oyulması ve şekillendirilmesiyle oluşturulan Augustos Tapınağı’na ulaşılır. Tapınağın zemini, kayalar düzeltilerek oluşturulmuştur. Buna karşın merkez eksende bulunan tapınağın podyumu için 2.5 m. yüksekliğinde, 14×28 m. boyutlarında kaya kullanılmıştır. Podyumun içi oyularak kült odası yapılmıştır. Yaklaşık 100×85 m boyutlarındaki kutsal alanda, tapınağın arka kısmında yarım daire şeklinde bir portiko (sütunlu galeri) bulunmaktadır. Portikonun sonlandığı köşelerin kuzey ve güney kenarlarda uzanan stoalar (üstü kapalı, sütunlu galeri) bulunmaktadır. Kutsal alanı çevreleyen sütunlu portiko (teras) ve stoalar birbirine bağlıdır ve kayaya oyularak kazanılan alanda, eksik kalan kısımlar taşlarla gerçeklenen yapılarla tamamlanmıştır. Dorik Stoalar tek katlıdır, yarım daire portiko alt katta desteksiz Dor, üst katta ise daha narin Ion düzenli iki kat sütun sırasından oluşmaktadır. Kayanın, kesildikten sonra bugün göremediğimiz çok sert bir sıva (stuko) ile kaplanmış olduğu 1924 kazısı kayıtlarından anlaşılmaktadır. Duvarlarda görülen düzenli dörtgen delikler, ikinci katı taşıyan ahşap hatılların geçme yerleridir. Düzensiz olan daha küçük deliklerin, yapım aşamasında iskelelerin kurulduğu ve daha sonra sıvayla kapatılan delikler olduğu düşünülmektedir. Kutsal alan içindeki tapınağın yapımına, büyük olasılıkla imparatorun sağlığında başlanmış, ölümünden sonra da adına adanmıştır. Görünen yapı, girişini sağlayan Propylon’la çağdaştır ancak kayalığın daha erken dönemlerde başka bir kült için yapılmış olabileceğine dair boğa başları gibi izler de bulunmaktadır. Tapınağın frizlerinin önemli bir kısmı ve kutsal alan Yalvaç Müzesi’nde korunmaktadır. Ancak sütunlardan sadece birkaç parça günümüze kadar kalabilmiştir.
Su Kemerleri
Kentin su sağlama ve dağıtım düzeni dönemine göre çok ileri bir düzeydedir. Sultan Dağı’ndaki, Suçıktı kaynağından elde edilen su, yaklaşık 11 Km uzaktaki kentin su deposuna ulaştırılıyordu. Deniz seviyesinden 1465 m yükseklikte olan su kaynağından çıkan su, 11 Km’lik yolu yer yer açık kanaldan, bazen tünel içinden, bazen de kemerler üzerindeki künklerin içinden geçerek tamamlar. Kentin su deposu (Nympheum) deniz seviyesinden 1178 m yüksekliktedir. Su kaynağı ile su deposu arasındaki 287 m’lik kot farkı aradaki mesafeyle oranlandığında %2,6 ‘lik bir eğim olduğu hesaplanır. O dönemlerde çelik boruların olmaması ve suların doğal yer çekimi kuralları ile taşınması, su yollarının eğiminin belli bir değerin üzerine çıkarılmasına izin vermiyordu. Bu açıdan bakıldığında, su yollarının yapımında, devrine göre ciddi bir mühendislik çalışmasının yapıldığı anlaşılmaktadır. Kentte kurulmuş olan su düzeni, günde yaklaşık 3000 m3 su sağlayabiliyordu. Günümüzde, su kemerlerinin yaklaşık 200 m’lik kısmı ayaktadır. Su kemerleri ve çeşme binası, Antiokheia’nın Colonia Caesareia adını alıp, başkent konumuna ulaştığı I. yüzyılın ilk yarısına tarihlenmektedir. Su kemerleri Su kemerleri üzerinden kente gelen su Nympheum’a (çeşme binası) ulaşılır. “U” biçimde yapılmış olan çeşme, kemerlerden gelen suyu depolamak ve düzenli biçimde kente dağıtmak üzere yapılmıştır. Çeşmenin depo kısmının boyutları 27×3 m ve derinliği 1,5 m dir.
Hamam
Hamam 1990 da Dr Taşlıalan tarafından gün yüzüne çıkarılmıştır. Boyutları 70×55 m olan hamamın çoğu kısmı açılmasına karşın, daha erişilememiş kısımları bulunmaktadır. Yapının açılan bölümlerinde, tabandan ısıtmayı sağlayan Hipokaust sisteme ait ızgara ve künkler bulunmuştur. Ayrıca soğukluk, sıcaklık ve ılıklık bölümleri de ortaya çıkarılmıştır. Ancak külhan ve havuzlara henüz rastlanmamıştır. Yapının henüz, hamam olup olmadığı da kesin değildir. Hamam olduğunu belirleyecek kanıtlar halen eksiktir.
Büyük Bazilika
Antiokheia’nın en önemli yapılarından biridir. ilk olarak Arundell tarafından tanıtılmıştır. İlk kazı çalışmaları 1920 yılında Robinson ve takımı tarafından yapılmıştır. En son çalışmalar 1985-1995 yılları arasında Taşlıalan tarafından yapılmıştır. 70×27 m boyutunda olan Basilika üç nef ve bir yarım daire apsisten oluşmaktadır. Apsisin dış yüzeyi altıgen bir duvarla çevrilidir. Bazilika’nın ilk özgün yapısı daha sonraki dönemlerde değişikliğe uğramıştır. İlk kat seviyesi doldurulmuş ve orta nef mozaiklerle kaplanmış ve giriş kuzey tarafına inşa edilen mermer avludan verilmeye başlanmıştır. Robinson’un tarafından gerçeklenen kazılarda ortaya çıkan ve yayımlanan mozaikler daha sonra 30 cm toprakla kapanmıştır. Bulunan mozaiklerde, 381 yılındaki Konstantinopolis Konsili’nde Antiokheia’yı temsil eden ve Ortodoks mezhebinin kurucularından biri olan Başpiskopos Optimus’un ismi görülmektedir. Bu nedenle Antiokheia Büyük Bazilikası erken Hıristiyanlık kiliselerinin ilk iki örneğinden biridir. Diğer örnek yine bir Antiokheia’da ama bu kez Oronthes (Asi) nehri kıyısındaki Antiokheia’da (Hatay) bulunan Daphne bölgesindeki Aziz Babylas Kilisesi’dir. Apsis 10,80 m çapında ve 9,20 m derinliğindedir. Orta nefi her iki yandaki dar neflerden on üçer sıralı iki sütun dizisi ayırmaktadır ve bu sütunlar altıgen altlıklara oturmaktadırlar. Görünen V.-VI. Yüzyıl kilisesinin altında Optimus’un IV. yüzyıl kilisesi bulunmaktadır ama bu tabaka dolguyla elde edilmiştir. Basilika’nın, Pisidiya Eyaleti Başpiskoposu tarafından kullanıldığı açıktır. Bütün Pisidiya ‘da daha geniş ve görkemli başka bir kilise bulunmamaktadır. Bazilikanın, kilise olmadan önce başka amaçlarla kullanılıp kullanılmadığı bilinmemektedir. Antiokheia’da bulunmuş eserlerin önemli bir kısmı, Yalvaç müzesinde sergilenmektedir.
Adada’nın Tarihi
Isparta ili, Sütçüler ilçesinin kuzeyinde yer alan Adada, Pisidiya bölgesinin önemli kentlerinden biridir. Çam ve ardıç ağaçları ile çevrili bir alanda kurulmuş olan Adada, Antiokheia’ya oranla daha küçük bir kenttir. Yapılar, genellikle, bölgenin granit taşları kullanılarak inşa edilmiştir. Geçen zamanın ve depremlerin etkisiyle yıkılmış olan kentte, halen tiyatro ve bir tapınak oldukça iyi durumdadır. Kentin adının Aziz Paul’un adından geldiği söylenmektedir. Aziz Paul (Paulus), Hıristiyanlığı yaymak için Kıbrıs üzerinden Perge’ye ardından Adada üzerinden Antiokheia’ya geçmiştir. Adada adını, bu bölgelerde daha önceleri yaşamış olan kavimlerin vermiş olabileceği düşünülmektedir. Tarih öncesi yaşam konusunda, bölgede yapılan kazı ve araştırma çalışmalarının sonunda MÖ 7000 yıllarına kadar inen yaşam izlerine rastlanmıştır. Adada’nın adı ilk kez MÖ I. yüzyıl yazarlarından Artemidoros’un kitaplarında geçmektedir. Kent ile ilgili en önemli tarihi belge Termessos kenti ile yapılan ve Termessos’ta bulunan bir anlaşma metnidir. Bir dostluk anlaşması olan bu belge MÖ 190-164 arasında Serge kent devletine karşı yapılmıştır. O dönemde Serge Devleti’nin Termessos’a karşı saldırılarda bulunması nedeniyle böyle bir antlaşma imzalanmıştır. Serge’ye karşı yapılan bu antlaşma aynı zamanda, devletler içindeki demokrasi karşıtlarına karşı da birlikte hareket etmeyi kapsamaktadır. Bazı araştırmacılar bu antlaşmanın Bergama Krallığı’na karşı da yapılmış olabileceğini düşünmektedirler. Bu anlaşmadan, Adada ve Termessos’un birer kent devlet oldukları ve demokrasi ile yönetildikleri sonucunu çıkarabilmekteyiz. Aynı anlaşma, bizlere iki kent devletin aynı soydan geldiklerini de söylemektedir.
Bergama Krallığı’nın MÖ 133 yılında Roma’ya katılması, batı Anadolu bölgesinin Roma’nın egemenliğine girmesine neden olmuştur. Buna karşın Pisidiya kentlerinin çoğunluğu bağımsız kalmayı başarabilmişlerdir. Kendi adlarına sikke kestirmişlerdir. Pisidiya Bölgesi’nde özellikle Roma imparatoru Augustus zamanında bölgede koloni kentler kurulmuştur. Antiokheia, Kremna ve Komama koloni kentlerin önemli olanlarıdır. İmparator Traianus, Hadrianus ve Antoninus Pius (MS 114-161) dönemleri, Roma İmparatorluğunun egemenliğindeki Anadolu ve Pisdia’nın parlak dönemleridir. Bağımsızlıklarına düşkün ve savaşçı olan Pisidiya insanları ayrı kabileler halinde yaşarlar ve korsanlık yaparlardı. Bu yüzden MÖ 333 yılında Büyük İskender Sagalassos’a saldırdığında, çok büyük bir dirençle karşılaşmıştır. Sagalassos halkı kentlerini teslim etmek yerine ölmeyi yeğlemişlerdir. Savaşçı olan bölge insanlarının, Büyük İskenderin ordusunda paralı asker olarak da görev yaptıklarını kanıtlayan mezar taşlarına Kıbrıs ve Fenike’de (Sidon Kenti) rastlanmıştır. Hristiyanlığın yayılmasında etkin görev üstlenmiş olan aziz Paulus 45 yılında Perge’ye gelmiş ve burada kaldıktan sonra Aksu (Kestros) ırmağını izleyerek Eğirdir’e (Prostanna) ulaşmıştır. Aksu ırmağı boyunca yapılan seyahat sırasında Adada’ya uğramış olması olasılığı yüksektir. Daha sonra Eğirdir Gölü’nün batı kıyısını izleyerek, Barla üzerinden Antiokheia’ya varmıştır. Aziz Paulus’un izlediği yol, günümüzde Aziz Paulus yolu olarak işaretlenmiştir.
Hıristiyanlığın Roma İmparatorluğu tarafından kabul edilmesinin ardından (IV. yüzyıl), bölgedeki kentlerde resmi kilise örgütlenmesi başlamıştır. Bu dönemde Adada’yı Antiokheia’nın Pisidiya’daki yardımcı piskoposu olarak görmekteyiz. Dini kayıtlarda Adada’nın 325, 381, 451, 692, 787 yıllarında değişik kentlerde toplanan dini meclislerde (konsül) temsil edildiğini görmekteyiz. Bölgenin Türkleşmesi Malazgirt savaşı öncesinde başlamış ve savaş sonrasında hızlanmıştır. Pisidiya Bölgesi’ndeki kentler Anadolu Selçukluların egemenliğine karşı direnmişler; ancak III. Kılıç Arslan’ın 1203 yıllında Isparta bölgesini almasıyla bu direniş kırılmıştır. Bölge bundan sonra Hamidoğlu beyliğinin egemenliğine ve 1422’de Osmanlı egemenliğine girmiştir. Osmanlı döneminde de, Adada’da yaşandığına ilişkin izler bulunmaktadır.
Isparta’nın Tarihi
Isparta’nın adının nereden geldiği konusunda değişik görüşler bulunmaktadır. Kamus’ul-Alâm’a göre, bugünkü Isparta dolaylarında, ilkçağda Baris isimli bir kent vardır. Bu kentin başına “ıs” takısı eklenerek Isbaris ve daha sonra Isbarita oluşmuştur. Isparta dolaylarında yapılan kazı çalışmalarında böyle bir yerleşim yerine henüz rastlanmamıştır. Ayrıca 1948 yılında L. Robert, bulduğu bir yazıtla Baris antik kentinin Keçiborlu’ya bağlı Kılıç Kasabası yakınında Fari’de olduğu yazılıdır. Diğer görüşe göre, kentin adı Saporda’dan gelmektedir. Polybiosda’ki bir metinde “Sergeliler tarafından kuşatılan Pednelissosluların, Seleukoslulardan yardım istedikleri, yardımın geldiği ancak Sergeli askerlerin geçitleri denetimleri altına alarak Saporda’ya girişi engelledikleri” yazılıdır. Sardes (Salihli) de bulunan Seleukos Prensi Akhaios’un gönderdiği yardım kuvvetlerinin Eumenia (Çivril), Apameia (Dinar), Isparta, Çandır yolu üzerinden Seleukos’a gönderdiği düşünülmektedir. Bir Pisidiya kenti olan ancak yeri tam olarak bilinmeyen Seleukos’un Serge’nin kuzeyinde olduğu düşünülmektedir. Bu durumda geçit yolunda bulunan Saporta’nın bugünkü Isparta’nın yerinde olan eski kent olduğunu söylenebilmektedir. Pisidiya bölgesinde bulunan Isparta, zaman içinde değişik devletlerin egemenliğinde yaşamıştır. Malazgirt zaferinden sonra sırasıyla Anadolu Selçuklu, Hamidoğlu Beyliği ve Osmanlıların egemenliğinde kalmıştır. 1402 Ankara savaşından sonra bir süre Karamanoğulları Beyliğinin eline geçmiştir. Çelebi Mehmet, Karamanoğlu Mehmet Bey’i 1415’te yenerek Isparta’yı tekrar Osmanlı’ya bağlamıştır. Ancak kısa bir süre sonra tekrar Karamanoğulları’nın eline geçmiştir. Mehmet Bey’in ölümünden sonra oğlu İbrahim Bey ile amcası Ali Bey arasında taht kavgaları başlamış; İbrahim Bey II. Murad’dan yardım istemiştir. Bu yardımın karşılığı olarak Hamidili, Beyşehir ve Otlukhisarı Osmanlı’ya vermiştir. Buna karşılık olarak da II. Murad Hamidili’nin yönetimini şarabdar İlyas Bey’e vermiştir. Sultan II. Murad’ın yardımıyla Karamanoğulları Beyliği’nin tahtına geçen ıbrahim Bey, zaman içinde ordusunu güçlendirmiş, Macar ve Sırplar ile anlaşarak Osmanlı’ya verdiği kentleri geri almak amacıyla saldırılarda bulunmaya başlamıştır. Beyşehir ve Hamidili yöresine saldıran İbrahim Bey Hamidili Sancak Bey’ini yenip tutsak etmiştir. Bunun üzerine, Osmanlı orduları önce Macar ordusunu etkisiz kılmış, ardından İbrahim beyi yenmiştir. Bu olaylardan sonra, Isparta ve bölgesinde savaş görülmemektedir. XVI. yüzyılın ilk döneminde şahkulu ayaklanması, ikinci yarısında suhte (medrese öğrencileri) ayaklanmaları bölgede etkili olmuştur.
XIX. yüzyıl başlarında 200..300 kişinin ölümüne neden olan bir veba salgını yaşanmıştır. İlk kız rüştiyesi, ”İnas Rüştiyesi” de bu yüzyılda Isparta’da açılmıştır. Isparta, halı, gülyağı ve haşhaş üretiminin Türkiye’deki merkezi olarak bilinir. Halıcılığın gelişmesi, Isparta’ya sürgün olarak gelen Ermeni Haçik sayesinde olmuştur. Haçik Usta, Izmir’de oturan Ispartalı Agopoğlu ve mahdumlarından yardım alarak Isparta’da şark Halı Kumpanyası‘nı kurmuştur.
Gülcülük, yaklaşık 1890 yıllarında Kızancık’tan gelen göçmenler içinde bulunan Muhasebe Başkâtibi İsmail Efendi tarafından başlatılmıştır. Yerli imbiklerle üretilen gülyağının, Kızanlıkta üretilenden daha iyi olduğu görülünce, kısa süre içinde Isparta’da birkaç bin dönüm gül dikilmiştir. Haşhaş üretimi, bölgede çok uzun zamandan beri sürdürülmektedir. Bölge halkı haşhaş yağını bitkisel yağ olarak kullanmaktadır. Haşhaş sütü, sağlık alanında kullanılan en önemli uyuşturucudur.
Tarih kitaplarında Isparta halkının %70’inin Oğuz Boylarından oluştuğu yazılıdır. Fehmi Aksu Isparta’nın asıl halkının Eti, Oğuz ve Selçuk Türklerinden oluştuğunu söylemektedir. Böcüzade kentte yaşayanların içinde Kara Koyunlu, Sarı Keçili, Eski Yörük, Fettahlı, Gebiz ve Kara Tekeli, Ak Sığırlı, Tahtacı, Hamamlı, Saçı Karalı gibi aşiretlerinden olduğunu söylemektedir. Isparta değişik dönemlerde göç almış bir kentimizdir. Örneğin 1887 yılında (93 savaşından sonra) Kafkasya’dan gelen Çerkez, 1913 Balkan Savaşından sonra Bulgaristan’dan gelen Türk, Lozan Anlaşması çerçevesinde Yunanistan’dan gelen göçmenler kentin merkezine ya da çevre ilçelere yerleştirilmiştir.
Isparta’daki Anıtsal Yapılar
Isparta ilinde, Osmanlı döneminde yapılmış cami, çarşı, hamam, çeşme ve kiliseler bulunmaktadır.
Camiler
Hızırbey Camisi
Hamit iç kısmı ahşap, çatısı ise toprak dam olarak yapılmıştır. Caminin minaresi köyke taşından yapılmıştır. 1881 yılında c
aminin damı yıkılarak çatısı yenilenmiş kiremitle örtülmüştür.1887 depreminde yıkılan minaresi 1911’de yenilenmiştir. Cami 1969 yıllarında önemli onarımlar görmüştür.
Kutlubey (Ulu) Camisi
Cami adını I. Murad döneminde yaşamış ve önemli yararlıklar göstermiş Osmanlı komutanı olan Kutlubey’den almıştır. Kutlubey’in Eğirdir valiliği de yaptığı bilinmektedir. Kent merkezinde bulunan Kutlubey Camisi’ne Ulu Cami de denilmektedir. 1429 yılında Kutlubey adına yaptırılan caminin yerinde, ahşap bir caminin bulunduğu bilinmektedir.
Yeni cami
Sidre’den getirilen sedir ağaçları kullanılarak ahşap olarak inşa edilmiştir. 1899 yılında, bu eski caminin tamir edilmesi amacıyla başlatılan çalışmalar sırasında, caminin ahşap kısmının çok çürümüş olduğu görülmüştür. Isparta Mutasarrıfı (valisi) İzmitli Hüseyin Hüsnü, halkı caminin tümüyle yıkılıp yerine yenisinin yapılması konusunda ikna etmiştir. Bunun üzerine eski cami yıkılmış ve yerine çok kubbeli cami yapımına başlatılmıştır. inşaatın başlama zamanı II. Abdülhamid’in tahta çıkışının 25. yılına denk getirilmiştir. Halktan toplanan paralarla yapımına başlanan caminin Hamidiye Camisi olmasına karar verilmiştir. Cami 1904 yılı Ramazan ayı başında ibadete açılmıştır. Sultan adına yapılan camilerin çifte minareli olması gerektiğinden, padişah tarafından bağış yapılıp ikinci minare inşa
edilinceye kadar, caminin adının Ulu Cami olmasına, ilerde, ilk yapımcısı Kutlubey’in adını yaşatmak için adının Kutlu-Hamid olmasına karar verilmiştir. Caminin mimarı Bayındırlık Müdürü Mühendis Kalfa oğlu Yanko efendi, iç yazıların hattatı, hattat Hafız Mehmet Hilmi efendidir.
Hacı Abdi Camisi (İplik Pazarı Camisi)
Abdi Ağa tarafından 1562 tarihinde inşasına başlanan ve dört yılda tamamlana cami hayır sahibinin adıyla anılmaktadır. Caminin yanında iplik Pazarı kurulduğundan İplikçi Camisi adıyla da anılmaktadır. Hacı Abdi zengin olmasına karşın çok cimri biri olarak tanınmaktadır. Hacı Abdi, bir gün vali Mirimiran Firdevs paşa’ya başvurarak, bir cami yaptırmak istediğini söylediğinde Vali çok şaşırır. Bunun üzerine Hacı Abdi bey şu karşılığı verir: “Paşam, paralarım gayet değerli ve kendim cimriyim. Böyle değerli bir parayı Dünya’da bırakmaya gönlüm razı olmadı. Ahrete götürmek için çare aradım, bunu buldum. Himmet ve yardımınızı rica ederim.” diyerek caminin yapım iznini almıştır. Caminin ilk çatısı çıplak ahşapla kaplıdır. Bu çatı 1725 yılında eski haliyle onarılmıştır. 1782 yılında Sadrazam olan Halil Hamit Paşa caminin doğu ve batı taraflarına birer kanat ekletmiştir. Ayrıca doğu yanına köğkeden bir minare ve kitaplık yaptırılmıştır. Daha sonra kubbeli caminin tamamı yıkılarak yerine bugünkü cami yapılmıştır. İlaveleri yapan Halil Hamit Paşa’dan dolayı cami Halil Hamit Paşa Camisi olarak da anılmıştır. Camiyi ilk yaptıran Hacı Abdi, caminin son cemaat yerinde ve minarenin dibinde gömülüdür.
Firdevs Paşa Camisi (Mimar Sinan Camisi)
Kanuni Sultan Süleyman döneminde, Isparta Valisi Firdevs Paşa tarafından, Tuz Pazarı semtinde 1561 yılında yaptırılmıştır. Kare planlı ve tek kubbeli olan caminin kubbesi kurşun kaplıdır. Tek kubbeli olan cami yarım yan kubbelerle genişletilmiştir. Kuzeyde beş kubbeli bir son cemaat yeri ile kuzeybatı köşesinde bir minareye sahiptir. Mimar Sinan’ın yapıtlarının yer aldığı Tezkerat-ül Ebniye’de adı bulunması nedeniyle Mimar Sinan eserleri arasında sayılmaktadır. Camiye gelir sağlaması amacıyla Firdevs Paşa Bedesteni yaptırılmıştır. İlk yapımında kurşunlu çatısı olan Bedestenin kurşunları, daha sonra caminin bakımında kullanılmış ve Bedestenin çatısı kiremitle kaplanmıştır.
Abdi Paşa Camisi (Kavaklı Camii-Peygamber Camisi)
Kaymakkapı meydanı yakınında bulunan Abdi Paşa Camisi,
Kavaklı Cami ya da Peygamber Camisi olarak da anılmaktadır. Çinilerinin zenginliği nedeniyle Çinili Cami olarak da anılmaktadır. Caminin kitabesine göre yapımı 1782-83 yıllarına rastlamaktadır. Caminin duvarları kagir, çatısı dam, son cemaat yeri ahşap ve kiremit örtülüdür. Caminin mihrabı ve iç duvarları koyu mavi ve yeşil çinilerle kaplıdır. Caminin yapılma hikayesi ilginçtir. Dönemin yürürlükteki yasaları gereği, askeri giderleri karşılamak üzere hemşerilerden vergi toplanmaktadır. Toplanan vergi, Kütahya’da oturan Vali Abdi Paşa’ya götürüldüğünde, yasada değişiklik yapıldığı; bundan böyle bu tür giderlerin Padişah tarafından karşılanacağı öğrenilir. Toplanan paraların sahiplerine iadesi or görüldüğünden, bu parayla bir cami yapılmasının daha uygun olacağı düşünülür. Bu görüş Abdi Paşa tarafından da uygun görülerek anılan caminin yapımına başlanmıştır. Cami, harap durumda olan Kadı mescidi yıkılarak, yerine yapılmıştır. ıyi bir hattat olan Paşa caminin kuzey kapısının üzerine, talik tarzında “Bu caminin adı Peygamber Camisidir” yazısını bizzat kendisi yazmıştır.
Çarşılar
Bedesten (Firdevs Bey Bedesteni)
Isparta Valisi Firdevs Bey tarafından 1561 yılında Mimar Sinan Camisine gelir sağlaması için yaptırılmıştır. Dikdörtgen yapıda olan Bedesten küçük bir kapalı çarşıdır. Bedestenin ortayolunun iki yanında sıralı dükkanlar ve ortayolun iki başında kapıları bulunmaktadır. Bina köyke taşlarıyla yapılmıştır. İlk yapıldığında çatısı kurşun kaplı iken, bu kurşunların Firdevs Camisinin kubbesinde kullanılması nedeniyle, kiremitle kaplanmıştır.
Eski Üzüm Pazarı Dükkânları
Yine Firdevs Camisine gelir sağlamak amacıyla Bedesten ile Cami arasına 16 adet dükkan inşa edilmiştir. Köyke taşından yapılmış olan dükkanlar iki katlıdır.
Çeşmeler
Yılankıran (Çukur) Çeşmesi
1519 yılında Sülübey mahallesinde yapılmış olan tipik bir Osmanlı çeşmesidir. Muhammedoğlu ısa Fakih tarafından yaptırmıştır.
Karbuz Çeşmesi
Keçeci Hacı Mustafa Ağa Isparta’ya su getiren kişi olarak bilinir. Ağa bu çalışma sırasında Halil Hamit Paşa adına bu çeşmeyi yaptırılmıştır. Çeşmenin giderleri Halil Hamit paşa tarafından karşılanmıştır. Çeşmenin yapım tarihi kitabesinde Hicri 1194 (M 1768) olarak yazılıdır.” yazmaktadır. 32 x 46 cm boyutlu kitabe bugün yok olmuştur. 1945 yılına kadar Firdevs Paşa Camisi karşısında bulunan çeşme, yol yapımı nedeniyle bugünkü yerine taşınmış ve yenilenmiştir. Çeşmenin adı Karpuz ya da Karbuz olarak söylenmektedir
Hamamlar
Erkek Hamamı (Yeni Hamam)
Hamam Sav köyünden Dalboyunoğlu Hacı Ahmet Ağa’nın isteğiyle inşaatına başlanmıştır. Mısır’da oturan Ağa, hamamın inşası için Kethüda Yusuf Ağa’yı yetkili kılmıştır. Hamam inşası tamamlanmadan Ahmet Ağa vefat etmiştir. İnşaatın geri kalan kısmı Yusuf Ağa’nın katkısıyla 1693 yılında dört yıl süren bir çalışma sonunda tamamlanmıştır.
Hamam gelirinin 2/3’nin Ahmet Ağa’ya ve 1/3 ü Yusuf Ağa için ayrılmasına karar verilmiştir. Yusuf Ağa kendisine düşen geliri Sav’daki cami ve okula, ayrıca Karaağaç Mahallesinde yaptırdığı cami ve okula bırakmıştır.
Bey Hamamı
Kentin ikinci önemli hamamı Ulu Caminin doğusunda bulunan Bey Hamamı’dır. Bey Hamamı’nın Erkek Hamamı’ndan önce yaptırıldığı bilinmekle beraber, kim tarafından ve ne zaman yaptırıldığı bilinmemektedir. Kubbeli bir yapıda inşa edilmiştir. Hamamın suyu ile ilgili kayıtlara rastlanmıştır. 1728 tarihli bu kayıtlarda, hamam ilk yapıldığında suyunun Çay suyundan sağlandığı, daha sonra Amine Hatun tarafından Andık deresinden getirilen suyun bir kısmının, eski su kanallarının tamir edilmesi koşulu ile hamama verildiği anlaşılmaktadır. Hamamda soğukluk, ılıklık, sıcaklık kısımları bulunmaktadır. Kurnalarında sıcak ve soğuk için ayrı muslukları bulunmaktadır.
Keçeci Hamamı
Hamidoğlu Beyi Dündar Beyin kardeşi Hızır Bey tarafından Keçeci Mahallesinde 1284 yılında yaptırılmıştır. Yol yapımı sırasında 1980 yılında bilinçsizce yıkılmıştır.
Kiliseler
Aya Baniya (Aya Payana) Kilisesi
1750 yılında yapıldığı sanılan kilise Turan Mahallesindedir. Kuzey-güney yönünde yapılmış olan kilise üç nefli ve apsislidir. Kilisenin yaklaşık ölçüleri 15 x 26 m dolayındadır. Kilisenin doğu, batı ve kuzeyinde toplam üç kapısı bulunmaktadır. Kilisenin ahşap olan tavanı 10 sütun üzerine oturtulmuştur. Sütunlar ağaç üzeri sıvalıdır. Sütunlar kaidesiz ve korint başlıklıdır. Dışı beşgen biçiminde olan apsisin tabanı ana mekandan 70 cm yüksektedir. Yapı l993 yılında yenilenmeye başlanmıştır.
Aya Ishotya (Yorgi) Kilisesi
Doğancı Mahallesinde bulunan Aya Yorgi kilisenin inşa tarihi 1857-1860 yılıdır. Yapım yılını gösteren yazıt Yunan abecesiyle yazılmış ve Türkçe’dir. Dikdörtgen biçimde ve doğu batı yönünde yerleştirilmiş olan kilise üç nefli, apsisli ve nartekslidir. Kilisenin çatısı köykeden örülmüştür. Çatıyı tutan sütunlar üstü sıvanmış ağaçtır. Kilisenin dış duvarları köyke taşından yapılmıştır. Kilisenin kapıları kuzey, güney ve batıda yer almaktadır. Apsis doğu yönündedir ve ana zeminden 60 cm yüksektir. Apsisin dış kısmı beşgen biçimlidir.
Emre Mahallesi Kilisesi
Sultan III. Selim zamanında Müslüman olmayanların da mabet yapabilmelerine olanak veren fermanla birlikte Emre mahallesinde eski bir kilisenin temelleri üzerine 1794’te bir kilise yapılmıştır. Yıkılmış olan bu kilisenin yerinde şu anda bir ev bulunmaktadır.
Burdur’un Tarihi
1957-1960 yılları arasında J. Mellaart tarafından Hacılar’da yapılan kazılarda Neolitik döneme ilişkin kalıntılar ortaya çıkarılmıştır. Bu bulgular, bölgede MÖ 7000 yıllarında yaşam olduğunu kanıtlamaktadır. 1978-1988 yıllarında Kuruçay ve 1989-1992 yıllarında Bucak Höyücek’de R. Duru tarafından yapılan kazılarda da Neolitik çağa ilişkin izlere rastlanmıştır. Anadolu’ya yayılan Oğuz boylarının 1075’lerde Burdur’a yerleşmeye başladıkları sanılmaktadır. İlk yerleşim yerleri Şekerpınarı-Hamam bendi bölgesi olmuştur. Bölgeye ilk yerleşenler, çoğunlukla Kınalı aşireti Türkmenleridir. Çadır hayatı yaşayan bu Türkmenler, bu bölgede yaşamlarını sürdürebilmek için Doğu Roma ile savaşmak zorunda kalmışlardır. Bu savaşlardan en önemlisi Dinar yakınlarında Bizanslı Manüel Kommenos komutasındaki orduyu yenmeleridir. Haçlı Seferleri döneminde başarı kazanan Anadolu Selçuklu Devleti, yavaş yavaş bölgenin hakimi olmaya başlamıştır. Anadolu Selçuklu Devleti 1257 yılında üç kardeş arasında pay edilmiştir. Ancak II. Alaaddin Keykubat’ın ölümü üzerine, ülke toprakları II. İzzeddin ve IV. Rukneddin Kılıçarslan arasında paylaşılmıştır. İki kardeşin anlaşamaması sonucu yaşanan savaştan II. İzzettin galip çıkmış ve kardeşi Rukneddin’i Burdur kalesine hapsetmiştir. 1259 tarihinde hapisten çıkarak Rukneddin Anadolu Selçuklu Devletinin sultanı olmuştur. Hapisten çıkan Rukneddin Kılıçarslan intikam peşinde koşunca, Anadolu Selçuklu Devleti zayıflamış ve1303’te tarihten silinmiştir. Anadolu Selçuklu Devletinin yıkılmasıyla, Celaleddin Harzemşah’ın komutanlarından ve Yomut kabilesinden olan Hamit Beyin torunu Felekeddin Dündar Bey Göller Bölgesinde Hamidoğlu Beyliğini kurmuştur. İlhanlılar Anadolu’ya geldiğinde diğer beylikler gibi Hamidoğulları da İlhanlılara bağlılıklarını Başvezir Emirçoban’a bildirmişlerdir. Böylece İlhanlıların zulmünden kurtulmayı başarmışlardır. Emirçobanoğlu’nun Anadolu valisi olarak atadığı Timurtaş (Demirtaş) Anadolu’daki beylikleri tek tek ortadan kaldırmaya başlamıştır. Bu sırada Hamidoğulları Beyliğini de yenip egemenliği altına almıştır. Bu savaşta, 1323 yılında Dündar Beyi Antalya’da öldürtmüştür. Bu durum karşısında Dündar Beyin oğulları memleketten yaptıklarını onaylamayan Emirçoban, Anadolu’ya gelerek oğlunu öldürmek istedi. Bunun üzerine Timurtaş Mısır’a kaçmış ancak orada öldürülmüştür. Timurtaş’ın öldürülmesinin ardından Dündar Beyin oğlu Hızır Bey Eğirdir’e gelerek Hamidoğulları beyliğini yeniden canlandırmıştır. Hamidoğlu beyliği Yıldırım Beyazıt döneminde Osmanlı egemenliğine girmiştir. Bu dönemde Kütahya iline bağlanmıştır. XVl. yüzyıla kadar Burdur’da önemli olaylar olmamıştır. 1522’de de Burdur Tirkemiş ilçesi merkezi durumundadır. Bu dönemde şehir eskiye göre daha gelişmiştir. XVl. Yüzyılın sonuna doğru şehir biraz daha büyümüş, ekonomi canlanmıştır. 1839 Tanzimat hareketinden sonra Burdur, Kütahya ilinden ayrılarak Konya ilinin Isparta kaymakamlığına bağlanmıştır. I. Dünya Savaşının başladığı yıl Burdur’da şiddetli bir deprem olmuş, yaklaşık 4000 kişi ölmüş ve şehrin önemli dini yapıları bu depremde yıkılmıştır.
Burdur’daki Anıtsal Yapılar
Burdur ilinde, Hamidoğlu Beyliği ve Osmanlı döneminde yapılmış cami, çarşı, hamam, çeşme ve kiliseler bulunmaktadır.
Ulu Cami
Kentin yüksek bir tepesi üzerine inşa edilmiş bir camidir. Pazar Mahallesindeki Pazar düzlüğünde yüksek bir tepe üzerinde Hamidoğlu Dündar Bey tarafından 1300’de yaptırmıştır. Cami 1749’da Çelik Mehmet Paşa tarafından onarılmıştır. 1914 depreminde hasar görmüş; minaresi yıkılmıştır. Caminin üzeri beşik çatı olarak örtülüdür. Çatı üzeri kiremitle kaplıdır. Dönemin camilerinin temel özelliklerini taşıyan cami kare biçimindedir. Caminin kuzeyinde ana girişi ve iki yanında diğer kapıları bulunmaktadır. Mihrap ve minberi, benzerlerinden farklı olarak mermerden yapılmıştır. İki minaresi olan Ulu caminin minareleri silindir biçimine yakın çokgen biçimindedir.
Saat Kulesi
Ulu Caminin bitişiğinde 1836 yılında yapılmıştır. Yapımında kesme taş kullanılmıştır. Kule boyca altı kısımdan oluşur. Dördüncü kısmın dört yanında birer saat yer almaktadır. Saatlerin bulunduğun kısmın üstünde dört pencesi olan ve çatısı piramit biçiminde kapatılmış beşinci ve altıncı kısımlar bulunmaktadır. Kulenin boyu 30 dir.
Pirkulzade Medresesi ve Kitaplığı
Medrese, Burdur Müzesinin yerinde bulunmaktaydı. Ancak daha sonra yıkılmış ve yerine Müze inşa edilmiştir. Pirkulzade Kitaplığı Kütüphane Burdur Müzesinin bahçesinde bulunmaktadır. Osmanlı Mimarisinin güzel bir örneği olan bu yapının 1823 te Burdur Müftüsü Küçük şeyh Mustafa Efendi tarafından yaptırılmıştır. Günümüzde kütüphane Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınlarının satışı amacıyla kullanılmaktadır.
Konaklar
Budur içinde, Osmanlı döneminden kalma çok değerli konaklar bulunmaktadır. Bu konaklar içinde Taşoda, Çelikbaşlar Konağı, Baki Bey Konağı (Koca Oda), Mısırlılar Evi, Piribaşlar (Pirebaşlar) Evi, Murtazaaliler Evi, Çetinerler Evi sayılabilir.
Taş Oda (Baş oda)
Kınalı Aşiretinden Emin Bey tarafından XVII. yüzyılda yaptırılmıştır. Konak Merkez Pazar mahallesinde yer almaktadır. Kültür Bakanlığınca 1978-88 yılları arasında yenilenmiş olan konak iki katlıdır. Birinci kat taş, ikinci kat kerpiç ve ahşap karışımıdır. Birinci kata çıkışı sağlayan merdiven sahanlığının altında kesme taştan yapma bir çeşme bulunmaktadır.
Zemin katta iki büyük, iki küçük oda ve ahır yer almaktadır. Merdivenden ikinci kata çıkıldığında sofaya çıkılmış olur. Sofanın güney batı kısmında dört oda bulunmaktadır. Bu odaların sofaya açılan ahşap kapaklı pencereleri, sofadan odalara ışık girmesini sağlamaktadır. Güney yönde bir şerbetlik bulunmaktadır. Sofanın ahşap olan tavanı değişik renklerle boyanarak güzelleştirilmiştir. Sofanın kuzey kısmında baş oda yer alır. Doğal olarak köşkün en görkemli odasıdır. Baş oda içinde, yüklük, ocak davlumbazı, tavan ve pencere pervazlarındaki kalem işçiliği ve süslemeler görmeye değer. Odanın kuzey kısmında bir seki bulunmaktadır. Odanın aydınlanmasını sağlayan üst pencereler vitraylıdır. Alttaki pencereler giyotin türde olup dış taraflarında ahşap kepenkler bulunmaktadır.
Bakibey Konağı ( Koca Oda )
Koca Oda olarak da anılan Bakibey Konağı, XVII. yüzyılda yapılmıştır. Konak Kültür Bakanlığınca 1978-88 yılları arasında yenilenmiştir. Konak döneminin diğer konakları gibi iki katlıdır. Zemin katta taş, ikinci katta ahşap ve kerpiç birlikte kullanılmıştır. Alt katta ahır ve ambar nitelikli odalar bulunmaktadır. Üst katta bir elvan ve elvana bakan selamlık ve başoda bulunmaktadır. Eyvanın tavanı çıtalarla süslenmiştir. Çıtaların arası renkli boyalarla bezenmiştir. Doğal olarak, konağın en görkemli odası başodadır. Başodanın aydınlanması iki sıra pencere ile sağlanmaktadır. Üst sıradakiler vitraylıdır. Baş odanın dolap kapakları ve ocak davlumbazı üzerindeki süslemeler görmeye değer. Burdur’da görülmeye değer evler içinde Mısırlılar Evi, Çelikbaşlar Evi, Piribaşlar Evi ve Çetinerler Evi sayılabilir.
Kervansaraylar
İncir Kervansarayı
İncir Kervansarayı Bucak’ın 15 Km. batısında İncirdere Köyü yakınındadır. Eğirdir’deki Sultan Hanı ve Kırkgöz Hanı’n yapımcısı olan Anadolu Selçuklu sultanı Gıyasettin Keyhüsrev tarafından 1238 yılında yaptırılmıştır. Avlulu Kervansaray mimarisine uygun olarak yapılmış olan İncir Kervansarayının ana kapısı, diğer Anadolu Selçuklu kervansaraylarının olduğu gibi görkemlidir. Kervansarayın giriş kısmında avlu ve iç kısmında kapalı bölüm bulunmaktadır. Ana kapı, diğer Anadolu Selçuklu kervansaraylarında olduğu gibi ön duvara çıkıntılı biçimde yerleştirilmiştir. Kapı yan duvarları, yuvarlak sütunlarla yumuşatılmaya çalışılmıştır. Kapı üzeri çeşitli bezemelerle süslenmiştir. Kapının iki yanında ince çizgilerle kartuşlara ayrılmış sütunlarla yuvarlatılmıştır. Kapının çevresi çeşitli kompozisyonlarla bezenmiştir. İstiridye kabuğu biçimindeki dilimli tonozun kemeri üzerinde dört satırlık yazıt bulunmaktadır. Bu yazıtta şunlar yazılıdır: “Bu mübarek han, ümmetlerin idaresi elinde olan büyük sultan, şahlar şahı, Arap ve Acem efendisi, karaların ve denizlerin sultanı, zamanın zülkarneyn’i, ikinci İskender, inananların emiri, Keyhüsrev oğlu Keykubad oğlu Keyhüsrev’in emri ile 636 (1238-1239) yılında inşa edildi.” Ana kapıdan içeri girildiğinde orta sahına geçilir. Bu sahının sağ ve sol tarafında on ikişer paye bulunmaktadır. Koridorun üstü payeleri birleştiren beşik biçiminde bir tonoz ile örtülmüştür. Bu örtünün orta kısmında kare biçimli bir kubbenin var olduğu bilinmektedir. Günümüze gelene dek kervansarayın büyük bir kısmı tahrip olmuştur. Susuz Kervansarayı Susuz Kervansarayı Bucak ilçesinin Susuz Köyünde bulunmaktadır. Bu kervansarayın Anadolu Selçukluları tarafından yapıldığı bilinmekle beraber kapı üstü yazıtı bulunmadığından kesin yapım tarihi bilinmemektedir. Dikdörtgen bir planı olan kervansaray beş neflidir. Diğerlerine göre daha yüksek olan orta nefin ortasında bir kubbe bulunmaktadır. Anadolu Selçuklu kervansarayları içinde, ana kapı taş işçiliği açısından ilk sıralarda yer almaktadır.
Antalya yönünden gelen kervanlar için inşa edilmiş olan kervansaray zincirinde, kervansaraylar şöyle sıralanır: Evdir, Kırk göz, Susuz ve İncir. İncir Kervansarayı ile Susuz Kervansarayı arasındaki uzaklık 16 Km dir.
Sagalassos’un Tarihi
Sagalassos, Burdur’un Ağlasun ilçesinin 7 Km kuzeyinde yer almaktadır. Bölgedeki tarihi kentler gibi, Sagalassos’ta da yerleşim izleri MÖ 3000’lere kadar inmektedir. Ancak yazılı belgeler MÖ 1600′larda Pisidiya Bölgesi içinde yer aldığını belgelemektedir. Sagalassos ile ilgili en önemli tarihi olay Büyük İskender’in bu kenti almak için verdiği savaştır (MÖ 334). Savaşçı bir halk olan Sagalassos halkı, Büyük İskender’in ordusuna karşı, ölümüne savaşmış ve kenti kolay kolay teslim etmemiştir. Bu savaşta 500 kişinin öldüğü ve savaş sonunda, İskender’in Sagalassos’u aldığı bilinmektedir. Helenistik dönemde (MÖ 333-25) kent Pisidiya Bölgesinin en önemli ikinci kenti olmuştur. Kent MÖ 25 Roma imparatorluğunun egemenliğine gitmiştir. Roma döneminde, kentin önemi daha da artar, birinci sıraya yükselir. Bu dönemde kentte mimari değeri yüksek yapılar inşa edilir. Kentin bu yükselişi 512 yılında yaşadığı bir depremle duraksar. Bu depremde çok hasar gören kent tekrar eski günlerine dönemez. Bu depremden yaklaşık bir yüz yıl sonra yaşanan ikinci bir deprem kentin sonunu getirir. Bu depremde kentin su kaynaklarını tahrip olur. Bunu salgın ve bulaşıcı hastalıklar izler. Bu dönemlerde Arap akınları da Sagalassos’u etkiler. Bütün bu olumsuzlukların sonucu olarak halk kenti terk eder. Zaman içinde kent, sırtını dayadığı Akdağ’dan kayan toprakla örtülür. Toprak altında kalan Sagalassos ile ilgili ilk bilgilere, bu bölgeye 1706 da gelen Fransız gezgin Paul Lucas’ın gezi kitabında rastlanmaktadır. Ancak buranın Sagalassos olduğunu bilememiştir. Bu yerin Sagalassos olduğunu ilk kez 1824 yılında İngiliz papaz Francis Arundell saptamıştır. Sagalassos’taki kazı ve araştırma çalışmaları 1986 yılında başlamış ve halen devam etmektedir. şu ana kadar Dor Tapınağı, Helenistik Çeşme, Kitaplık, Meclis Binası, yukarı ve aşağı agoralar, Büyük İskender anıtı Heroon, Apollon Klarios Tapınağı, Antinius Pius Tapınağı, Antoninler Çeşmesi, Roma Hamamı, dokuz bin kişi kapasiteli tiyatro ve kırk kişilik halk tuvaleti ortaya çıkarılmıştır.
Kremna
Pisidiya bölgesinin kentlerinden olan Kremna, eski adı Girme olan Çamlık Köyünün yanındadır. Girme adının Kremnadan türetildiği düşünülmektedir. Çamlık Köyü Bucak’a bağlıdır. Kremna Pisidiyalılar tarafından kurulmuştur. Kent MÖ VI. yüzyılda Lidyalıların, MÖ 546 da Perslerin, MÖ 333’te Makedonların, daha sonra Antigonas, Selevkoslar, Bergamalılar ve MÖ 60’da Romalıların egemenliğine geçmiştir. XI. yüzyıldan sonra Anadolu Selçukluları kente egemen olmuşlardır. Kentin Romalılar zamanındaki adı “Colonia Lulia Agusta Felix Cremnensium”dur. Kent Aksu (Kertos) çayını gören bir tepe üzerine kurulmuştur. Bu özelliğinden dolayı “doruk” anlamına gelen Kremna adının verildiği sanılmaktadır. Günümüze kadar ayakta kalabilen kalıntılar Roma dönemine
ilişkindir. Kentin çevresi yaklaşık 2 metre genişliğinde, 7-8 metre yüksekliğinde surla çevrilidir. Kentin girişi batı tarafındadır. Kentin yukarı kısmında (akrapol) kent meydanı (forum), mahkeme (bazilika), kilise ve kütüphane bulunmaktadır. Kent içinde anıtsal giriş kapısı (propolion), su dağıtım yeri (nympheum) bulunmaktadır. Sütunlu Yol 235 m uzunluğunda olan sütunlu yol kent merkezini (akrepol) batı kısmında bulunan anıtsal giriş kapısına bağlar. Sütunlu yolun iki yanında dükkanlar bulunmaktadır.
Tarihî Yollar
Bu bölümde incelediğimiz tarihî kentlerin birbiri ile olan ilişkilerini anlamak için o dönemdeki ulaşım olanakları bilmemizde yarar vardır. XX yüzyıl öncesi yol öncesi iş makinelerinin olmadığı düşünülürse, o dönemlerde ulaşım yollarının doğa koşullarına en uygun yerlerden geçirildiği kolayca söylenebilir. Daha önce açıkladığımız gibi Göller Bölgesi tarihi İpek Yolu üzerindedir. Ayrıca, iç Anadolu’yu Akdeniz’e ve oradan da Kıbrıs ve Mısır’a bağlayan Antalya’nın yolu buradan geçmektedir. Bir başka deyişle bölge bir yol kavşağıdır. Batı Toras dağlarının kuzeyinde yer alan Göller Bölgesinin ortalama yüksekliği 900 m dolayındadır. Bölgede 2000’yi aşan dağlar bulunmaktadır. Toros dağları doğu batı yönünde uzandığı için, bu yönde ulaşıma daha kolay izin verir. Ancak kuzey güney doğrultusunda ulaşım son derece zordur. Bölgede, çok sayıda irili ufaklı göl bulunmaktadır. Göller yol yapımına yardımcı oldukları gibi, bazı durumlarda yolların geçişine engel olmaktadır. Bölgenin önemli kentlerinden Beyşehir, Antiokheia, Uluborlu ve Dinar ipek Yolu üzerinde yer alır. ipek yolu, bölgeye, Konya üzerinden gelir ve ilk durağı Beyşehir’dir. Beyşehir’den sonra yol Beyşehir Gölü’nün doğu kıyısını izleyerek kuzeybatıya doğru ilerler ve Antiokheia’ya varır. Antiokheia’dan sonra yol batıya yönelir. Bu kez Eğirdir Gölü’nün kuzey kıyısını izleyerek önce Senirkent ve ardından Uluborlu’ya ulaşır. Uluborlu’dan sonra batıya doğru giden yol zorludur ve İncesu çayının etrafından geçerek Dinar’a varır. Dinar’dan sonra güneybatı yönünde ilerleyen yol Acıgöl’ün kuzeyinden bölgeyi terk der. İpek yolu haritada kırmızı renkte gösterilmiştir. Eğirdir, ipek yolu’nun ana hattı üzerinde değildir. Ancak bölgenin Antalya ile olan bağlantısı Eğirdir üzerinden geçer ve ipek yoluna bağlanır. Antalya’dan gelen yol önce Aksu ilçesine uğrar. Ardından kuzeye yönelen yolun güzergahı çok çetindir. Aksu ırmağını izleyerek Çandır’a kadar gider. Bu sırada 600 m kadar yükselir. Yolun bundan sonrası daha da zorludur ve Adada’ya ulaşır. Bu sırada 200 m kadar daha yükselir. Bundan sonra Aksu ırmağını izleyerek Yılanlı ovasından geçer, biraz daha yükselerek Eğirdir gölünün güney ucuna ulaşır. Çandır’dan sonra Kovada üzerinden de aynı noktaya giden aynı zorlukta ikinci bir yol bulunmaktadır. Bu yol üzerinde, Çandır’a hakim tepede bir kale bulunmaktadır. Kalenin işlevinin yolu denetlemek ve avunmak olduğu açıktır. Eğirdir’e 3 Km kala yol üzerinde Anadolu Selçuklu Sultanı II. Gıyaseddin Keyhüsrev tarafından 1237 yılında yapılmış olan han bulunmaktadır. Bu yol harita üzerinde mor renkle işaret edilmiştir. Hıristiyanlığın önemli kişilerinden olan aziz Paul, Kudüs’ten ayrıldıktan sonra önce Kıbrısa geçmiş, ardından Antalya’ya gelmiştir. Anadolu’da Hıristiyanlığı yaymak için çalışan aziz, haritada işaretlediğimiz yolu izleyerek Adada, Prostanna, ve Parlais üzerinden Antiokheia’ya ulaşmıştır. Hristiyanlığın yasak olduğu bu dönemlerde, burada uzun yıllar kalarak Hıristiyanlığı yaymaya çalışmıştır. Eğirdir’den ıpek yoluna ulaşmak için üç yol bulunmaktadır. Yollardan birincisi, Eğirdir Gölü’nün doğu kıyısını, ikincisi batı kıyısını izler. Üçüncü yol batıya doğru giderek Dinar’da ıpek Yolu’na kavuşur. İlk yol Eğirdir’in güney kapısında başlar. Yol önce biraz güneye yönelir, gölün güneyinden doğuya ve sonra kuzeye yönelir. Bu yolun ilk kısmı kıyıdan içeridedir. 10 Km sonra yol göl kıyısına tekrar iner. Bu nokta Eğirdir yarımadasının uzantısına rastlar ve dağ çok sarptır. Bu bölgeden geçişin çok or ve tehlikeli olduğu, bölgeyi ziyaret eden gezginlerin kitaplarında belirtilmektedir. Öyle ki, yol çok dardır ve ancak bir kişinin yürüyebileceği kadardır. Yol üzerinde çok dik bir yamaç bulunmaktadır ve yamacın uçurum olan tarafı göle bakmaktadır. Bu nedenle, atlılar, bu bölgeden geçerken atlarından inmek zorunda kalırlarmış. Ayrıca atların tökezleyip düşmemeleri için sessiz ve sakin yürünürmüş. Bu bölgeden geçen bir kişinin atı, huysuzlanır ve sonunda tökezler. Tökezleyen at uçuruma yuvarlanır; dolayısıyla göle düşer. Atın sahibi, atının düştüğüne ve öldüğüne üzülmez, ancak atı ile beraber düşen eyerine çok üzülür ve “ah eyerim ah” diye hayıflanır. Bu olay nedeniyle, yolun bu bölümünün adı Eyerim olarak kalmıştır. Bölgede yaşayan ve tuz ticareti ile uğraşan yörüklerin develeri zaman zaman Eyerim’den göle yuvarlanırdı. Göle düşen develerin, Yeşilada’nın gemicileri için ganimet olduğu söylenmektedir. Eyerim’den sonra yol, bir süre daha göl kıyısını izledikten sonra daha içeride bulunan Gelendost’a 62 – Bölgenin Tarihi varır. Buradan sonra göl kıyısından epey uzaklaşarak Antiokheia’ya ulaşır. Bu yol harita üzerinde sarı renkte gösterilmiştir. İkinci yol, Eğirdir’in kuzey kapısından başlar ve gölün batı kıyısı boyunca kuzeye doğru ilerlemeye başlar. Daha yolun başlangıcında bir yamacı aşmak gerekir. Bu yamaçtaki yol da Eyerim yolu kadar tehlikelidir, ancak daha kısadır. Bu tehlikeli kısım aşıldıktan sonra, yol göl kıyısını izleyerek devam eder. Yol üzerinde Parlais (Barla) bulunmaktadır. Yol, Parlais’ten sonra aynı biçimde devam ederek Hoyran gölünün kuzey kısmına kadar çıkar ve burada İpek Yoluna bağlanır. Bu yolun rengi, haritada mordur. Antalya üzerinden Anadolu’ya gele Aziz Paul, Eğirdir’den sonra Parlaise geçmiş, daha sonra gölün batı kıyısını izleyerek Hoyran Boğazına kadar devam etmiştir. Boğazdan karşıya geçerek Avşar üzerinden Antiokheia’ya ulaşmıştır. Üçüncü yol, Eğirdir’in kuzey kapısından başlar ve Miskinler’den devam eder. ılk durak Atabey’dir. Daha sonra Gönen’e uğrayan yol, Baladız (Gümüşgün) üzerinden Burdur Gölü’nün kuzey kıyısını izlemeye başlar. Dinar’a ulaşmak için dağa tırmanmadan önce Kılıç beldesine uğrar ve dağın tepesinde Dinar’a ve İpek yoluna ulaşır. Bu yol için sarı renk kullanılmıştır. Eğirdir’i Antalya’ya bağlayan bir diğer yol Sagalossos üzerinen geçer. Bu yolun başlangıcı, Eğirdir’in güney kapısıdır. Buradan başlayan yol, önce Köprbaşı’na ulaşır. Buradan, Kovada Gölüne kadar su kanalını izler. Kovada gölü yakınında batıya doğru yönelen yol Sagalossa kadar ulaşır. Kovada ile Sagalossos arasındaki yol çok çetindir. Sagalossos’tan sonra güneye yönelir. uzun süre düzlükte devam eden bu yol, Çubuk Boğazından geçerek alçalmaya başlar ve sonunda Antalya’ya ulaşır. Antalya’ya varmadan son düzlükte Termassos a uğrar. Bu yol harita üzerinde beyaz renkte gösterilmiştir. Göller Bölgesinde bulunan tarihî yollar üzerinde, ticaretin gelişmesini sağlamak üzere Anadolu Selçukluları çok sayıda kervansaray yapmışlardır. Bilindiği gibi, kervansaraylar, bir kervanın bir gün boyunca gidebileceği yol mesafelere yapılmıştır. İki kervansaray arası mesafe yaklaşık 22.740 m dir. Göller Bölgesi içinde yer alan kervansarayların yerleri harita üzerinde işaretlenmiştir.
Mimari Özellikler
Göller Bölgesi, yaklaşık 1100 den beri Türkler tarafından kullanılmaktadır. Geçen süre içinde, bölge tümüyle yeniden imar edilmiştir. Bu bölümde, bölgenin mimari özelliklerini yansıtan yapılar tanıtılacaktır.
Türk geleneklerinde, bir yere yeni yerleşildiğinde ilk olarak karınlarını doyuracakları ekmeği pişirebilmek için fırın yapılır; ardından başlarını sokmaları için ev yapımına geçilir; sonra temizlik için hamam, daha sonra su için çeşme, yolcular için han ve en son olarak da ibadet için cami yapılır. Göller bölgesine ilk gelen göçebe Türkler, ilk aşamada çadırlarda barınmışlardır. Ancak daha sonra Türk geleneğine uygun olarak çevrelerini imar etmişlerdir. Bu bölüm içinde, sırasıyla fırın, ev, hamam, çeşme, han ve cami kültürü ve mimarileri ile ilgili bilgiler vermeye çalışacağız. Verilecek bilgiler 1950 öncesini kapsayacaktır.
Fırınlar
Büyük yerleşim yerlerinin dışında kalan yerlerde mahalle fırınları bulunurdu. Bu fırınlar kubbeli biçimde inşa edilirdi. Fırının içinde yakılan odunla ısıtılırdı. Mahalleli fırını sırayla kullanırlardı. Ekmeğini pişirecek olan aile, yakacağı odunu kendi getirir, ekmeğini kendi pişirirdi. Ekmek hamuru evde hazırlanır ve mayalandırılırdı. Fırının bir bakıcısı var ise, pişirilen ekmeklerden belli bir kısmı ona bırakılırdı. Fırında pişirilen ekmekler, evde bulunan ahşap ambara konurdu. Ambara konan ekmekler, bir ailenin yaklaşık bir aylık gereksinimini karşılardı. Bu süre içinde ambarda duran ekmekler sertleşebilir ancak bayatlamazdı. Fırınlarda, bayram öncesinde ya da özel günlerde börek ve baklava pişirilirdir. Büyük yerleşim yerlerinde, fırıncılık yapan esnaf ekmek pişirir ve insanlar ekmek gereksinimlerini buradan sağlarlardı. Bölgede fırından satın alınan ekmeğe “pazar ekmeği” denir.
Evler
Ev mimarisi, bir toplumun yaşam biçimini yansıtan en önemli örnek sayılabilir. Türkler, kendi gelenek ve göreneklerine uygun bir ev mimarisi geliştirmişlerdir. Evlerdeki yaşam, sokağa dönük olmayıp bahçeye ya da iç avluya dönüktür. Bununla beraber, sokağa bakan cephesi için özenilmiş olan evler de yapılmıştır. Köy evlerinin yapısı ise daha çok köy yaşantısının gereksinimlerine uydurulmuştur.
Kentlerde görülen ve içe dönük olarak adlandırabileceğimiz ev mimarisi şöyle tanımlanabilir: İlk kat genellikle kağgirdir. Sokağa bakan duvarları ve yan duvarları çamur harçlı, hatıllı yaklaşık 60 cm eninde taş duvar olarak örülürdü. Bahçeye bakan taraf genellikle ahşaptır. Evin sokağa bakan tarafında, ilk katın pencereleri, göz hizasının üzerine yerleştirilir. Böylece ev halkı, yoldan geçenlerin görüş açısından korunmuş olur. İç bahçeye bakan cephedeki pencereler olabildiğince yere yakın yapılır.
Evin ikinci katı, zemine göre bir miktar (yaklaşık 40..60 cm) dışarı süner; böylece üst katın yüzeyi genişlemiş olur. Ayrıca yol ve bahçe için saçak görevi görür. İkinci kat ahşaptır. Genellikle bölgede yetişen ardıç ya da sedirdedir ağaçlarının kullanıldığı görülür. Evlerin çatıları beşik çatı biçimindedir. Çatı üzeri kiremitle kaplıdır.
Ataerkil bir yaşam süren Türkler, genellikle erkek çocuklarını evlendirdiklerinde yanlarına alırlardı. Ailenin gelir düzeyine bağlı olarak, yeni evlenen oğlana ya aynı evde bir oda verilir ya da bitişiğine yeni bir ev yapılırdı. Bu gelenek, sülale evlerinin yan yana olması sonucunu doğurmuştur. Yan yana yapılan evler genellikle bir ada oluşturur, adanın çevresinde evler, iç tarafta ise birbirine komşu bahçeler bulunur. Sülalenin insanları birbirine bahçe içinden gidip gelirler. Varlıklı ailelerin, kendi evlerine bitişik olarak bir de konuk evleri bulunurdu. Tek katlı ve birkaç odalı olan bu evler, tanrı misafiri olanlar için konaklama yeridir. burada kalanlar yemek ve yatma için bir ücret ödemezlerdi.
Evin ana kapısı, genellikle iki kanatlı yapılır. ahşap olan ana kapının kilit ve mandal düzeni bölgeye özgüdür. Kapı kanadının üst kısmında, kapıya dik olarak duran dayama, kapının açılmasını engeller. Kapıyı açmak isteyen kişi, kapı mandalını yukarı doğru hareket ettirir. Mandala bağlı olan kalın tahta parçası yukarı doğru hareket ederek kapı dayamasını yukarıya iter. Bu durumda, dayamanın damağı, kapı kanadının üst hizasına gelir, böylece kapı kanadının açılmasına izin verir. Kapı açıldığında, dayama, kapı kanadının üzerinde kayar. Kapı kapatıldığında, dayama ağırlığıyla aşağı düşer ve damağı kapı kanadına dayanır. Böylece kapı kilitlenmiş olur.Kapı mandalının kaldırılması ve buna bağlı olan tahta parçası ve dayamanın hareketi ses çıkarır. Bu ses ev halkına, ana kapının açıldığını haber verir. Akşam yatma vakti geldiğinde, kapının iki kanadını birbirine kilitleyen demir kuşak kullanılır. Ev uzun süreli terk ediliyor ise, dışarıdan asma kilitle kilitlenir ya da anahtarlı kilit kullanılır. Ana kapı evin hayat kısmına açılır. Hayattan, ilk kattaki odalara geçilir ya da merdivenle üst kata çıkılır. Hayatın zemini, toprak, taş ya da çakıl taşları ile kaplıdır.
İlk katta bir genel amaçlı oda ve başka odalar bulunur. Genel amaçlı oda, ev halkının yemek yediği, konuğunu ağırladığı odadır. Diğer odalardan büyüktür. Yemek bu odanın ocağında pişirilir. Bu katta bulunan diğer odalar, evin bekar çocukları ve yaşlıları için yatak odası işlevi görürler.
İkinci kat evin haremidir. Bu katta evin sahibi ve evli çocukları için düzenlenmiş odalar bulunur. Bu katta, genellikle geniş bir salon bulunur. Bu salon alt kattaki hayatın üzerine rastlar. Açık bir mimarisi olan salon düğün ve mevlidlerde konukların ağırlandığı, yemek yedirildiği mekandır.
Zemin kat planı (E. Adalı)
Birinci kat planı (E. Adalı)
Ön ve arka cephe (E. Adalı)
Odaların kapıları ahşaptır. Ev sahibinin zevk ve kesesine uygun olarak düz ya da oymalı olabilir. İç kapıların mandalı, demircilerin yaptığı basit düzeneklerdir. İç kapıların anahtarla kilitlenen kilitleri mevcuttur. Ev içindeki odaların mimarisi genellikle aynıdır. Her oda kendi kendine yeterli olacak biçimde tasarlanmıştır. Bir odanın iç mimarisi şöyledir: Odanın kapı tarafı düz ve sıvalıdır. Dışa bakan yüzünde pencere bulunur. Kapının karşısına gelen duvarda genellikle ocak yer alır. Ocağın iki tarafında kap kacak konacak raflar ve oymalar bulunur. Diğer duvar tümüyle akşam dolapla kaplanır. Dış görünüşüyle dolap gibi görünen bu yapının içinde bir banyo dolabı (gusülhane), camlı dolap, camlı dolabın altında sandık yeri, camlı dolabın yanında yatak ve yorganların konacağı yüklük bulunur. Eğer odanın boyutları yeterli ise, kap kacak koymak için bir oymalı kısım da bulunabilir. Bu iç mimari tasarım, odayı, bir çekirdek ailenin yaşayabilmesi içine düşünülmüştür. Oda ailenin hem yemek hem yatak odasıdır. Ayrıca banyosu da içindedir. Gündüz yüklükte duran yatak ve yorgan, gece yere serilir. Yüklüğün üst kısmına musandıra denilir. Buraya kış için saklanacak sebze ve meyveler konur. Örneğin üzüm tavana asılır, kavun ve karpuz musandıranın üzerine yerleştirilir. Kurutulmuş biber ve patlıcanlar da buraya serilir. Odanın tavanı, ev ya da oda sahibinin zevkine uygun biçimde çakılır. En basit tavan işi, düz tahta kullanımıdır. Ancak bölgede çok zarif tavan örneklerine de rastlanmaktadır. Kapı, dolap ve tavanlarda kullanılan malzemelerin tümüyle ahşap olduğu, bu ahşapların tümüyle el aletleri kullanılarak yapıldığı düşünülürse, bölgede el işçiliğinin önemli ölçüde gelişmiş olduğu söylenebilir.
Bölgede, geçmiş dönemlerde Hıristiyanlar da yaşamıştır. Hıristiyan evleri ile Müslüman evleri birbirinden ayırt edilebilir. Isparta içinde, Dereboyu’nda yer alan Ortodoks Hıristiyan evleri kapı üstündeki üçgen mimarilerinden kolayca tanınabilir.
Yeşilada’daki Ortodoks evlerinin alınlarında ya da köşelerinde, dini semboller bulunmaktadır. Bu semboller, kabartma haç ya da hayvan şekli olabilir. Hıristiyan evlerinin iç mimarilerinde de farklılıkların vardır. Oda iç tasarımı çok farklıdır. Yüklük ve banyo görülmez. Buna karşın, oda köşelerinde, heykelcikler ve mumlar için köşelikler bulunur. Müslüman evi ile Hıristiyan evi arasında göze çarpan en önemli fark, Müslüman evinin içinin aydınlık, Hıristiyan evinin karanlık olmasıdır.
Eski dönem evlerde, iki önemli kullanım alanı daha bulunur. Bunlardan ilki “ev altı” denilen bodrumdur. Ev altı, evin, tüm yiyeceklerinin saklandığı yerdir. Bulgur, buğday, nohut, fasulye gibi kuru gıdalar küplerde saklanır. Benzer şekilde, sirke, turşu, pekmez de aynı şekilde küp içinde saklanır. Dolayısıyla, ev altına inildiğinde sadece küpler görülür. Gıdaların küp içinde saklanması, yiyecekleri zararlı hayvanlardan korumak içindir. Örnek olarak plânını verdiğimiz evde, ev altı giriş katında, sokağa cephesi olan odanın altındadır. Diğer kullanım alanı, harpışta denilen yerdir. Burada çamaşır yıkanır, banyo yapılır üzüm çiğnenir, pekmez kaynatılır. Üzümler, suluk denen adam boyu ahşap teknelerin içinde çiğnenir.
Hamamlar
Evlerde çeşmenin bulunmadığı devirlerde, insanlar temizlik gereksinimlerini karşılamak üzere çözümler aramıştır. Roma hamamları ve daha sonra Osmanlı hamamları bu gereksinimlerden doğmuştur. Roma hamamları genellikle büyük mekanlardır. Roma hamamları, döşeme altına yerleştirilmiş sıcak su künklerinden geçen sıcak su ile ısıtılırdı. Bu hamamlar, yıkanmanın yanı sıra, eğlence ve kültür merkezleri gibi çalışırdı. Roma hamamlarının içinde sıcak ve soğuk su havuzları bulunurdu.
Osmanlı hamamları, Roma hamamlarına oranla daha küçük, kubbeli ve havuzsuzdur. Osmanlı hamamlarında üç bölüm bulunur: soğukluk, ılıklık ve sıcaklık. Sıcaklık ve ılıklık bölmeleri genellikle kubbe ile örtülüdür. Kubbede, dış ışığın girmesi için küçük camlar bulunur. Yıkanma biçimi, Roma hamamlarından tamamen farklıdır. Müslüman inancına göre durgun suda yıkanmak doğru olmadığından, hamamlarda havuz yoktur. Bunun yerine kurna tasarımı geliştirilmiştir. Yıkanacak kişi kurnanın yan tarafındaki yükseltilmiş mermer yere oturur. Kurna üzerinde iki musluk bulunur: sıcak ve soğuk su muslukları. Kişi, kurnayı istediği sıcaklıkta suyla doldurur. Kurnadan suyu hamam tası ile alarak vücuduna döker. Vücuttan akan su, yıkanma yerinin yanında bulunan kanallardan dışarı gider. Böylece, kişi akan su ile yıkanmış olur ve pis su ortalıkta görünmeden hamamı terk eder. Sıcak kısmın ortasında bulunan göbek taşı, tellak tarafından yıkanmayı isteyenler içindir. Tellak, kişiyi yıkar ve masaj yapar. Benzer uygulama kadınlar kısmında natır tarafından yerine getirilir. Ilıklık bölümü, sıcaklıkta yıkanmış olan kişilerin, soğuk kısma geçmeden önce, vücutlarını alıştırmaları için düşünülmüştür. Hamamın suyu, bölgedeki su kaynaklarından, özel olarak getirilir. Hamam suyu külhan denilen bölümde ısıtılır. Külhanda genellikle kimsesiz çocukların çalıştırılması gelenek haline gelmiştir. Bu çocuklar, külhanda çalışır, kendilerine ayrılan yerde yatarlardı. Yemekleri hamamcı tarafından karşılanırdı. Külhanda çalışan bu gençlerin zaman zaman şehir kabadayılığı yaptığı görülmüş ve külhanbeyi sözcüğü buradan türemiştir.
Göller bölgesinde yer alan yerleşim yerlerinde, yerleşim yerinin büyüklüğü ile orantılı olarak hamamlar inşa edilmiştir. Isparta gibi büyük sayılabilecek yerleşim yerlerinde iki ya da daha çok kubbeli hamamlar yapılmıştır. Eski hamam, Bey hamamı, Keçeci hamamı büyük hamam örnekleridir. Büyük hamamlarda, erkek ve kadınlar için ayrı bölümler bulunmaktadır. Bu hamamlar aynı külhandan yararlanırlar. Daha küçük olan hamamlar, dönüşümlü olarak erkekler ve kadınlar tarafından kullanılırlar. Küçük boyda mahalle hamamları da bulunmaktadır. Bu hamamlar, haftanın belli günlerinde çalışırlar. Genellikle imece usulüyle işletilirler.
Çeşmeler
Kentler için içme ve temizlik amaçlı suyun sağlaması her zaman sorun olmuştur. Günümüzdeki su pompalarının ve dayanıklı boruların olmadığı devirlerde, suyu kaynağından kente getirmek sanıldığından daha zor bir işti. Suyu kaynağından kente getirebilmek için kullanılabilecek tek yöntem yer çekimine bağlı olarak suyu akıtmaktır. Bu işlemi gerçekleştirirken suyun debisini sabit tutmanın yolu, suyu belli bir eğimde taşımaktır. Bu amaçla su kemerleri inşa edilmiştir. Eski devirlerde bileşik kap yöntemi biliniyordu. Ancak o günlerde suyu taşımak için kullanılabilecek borular topraktan yapılıyor; dolayısıyla basınca dayanıklı değillerdi. Su kemerleri, borudaki su basıncını belli bir değerin altında tutmak amacıyla tasarlanırdı. Kente gelen suyun, kent içinde dağıtımı, ya da eski deyimiyle taksimi için gelen su önce bir havuza alınıyor ve bu havuza bağlı borulardan bölgelere dağıtılıyordu. Bölgelere gönderilen suyun debisi, o bölgenin borusu önüne konulan taş ile ayarlanıyordu. Kente gönderilen su, belli noktalarda yapılmış olan çeşmeler ile halkın kullanımına sunuluyordu. Anadolu Selçuklu ve Osmanlı yaşam tarzında çeşme yaptırmanın çok özel bir yeri olmuştur. Bu gelenek biraz da dini kültürden kaynaklanmaktadır. Varlıklı aileler ya da yöneticiler, halka su sağlamayı, çeşme yaptırmayı önemli bir görev saymışlardır. Çeşmeler, çok basit yapılar olabileceği gibi görkemli biçimde de yapılırdı. Günümüzde, suyun evlere kadar gelmesinin sonucu olarak eski çeşmeler ya kaldırılmış ya da işlevlerini kaybetmişlerdir. IspartIspartaa’daki Karpuz çeşmesi eskiden kalan bir çeşmedir.
Hanlar, Kervansaraylar
Han ve kervansaray kavramı, Türklerin Müslümanlığı din olarak seçmeleri ile gelişmiştir. Göller Bölgesinde de aynı kavram çerçevesinde han ve kervansaraylar inşa edilmiştir. Bunlardan bazıları tamamen yok olmuş bazılarının ise kalıntıları kalmıştır. Anadolu Selçukluları ticaret hayatını geliştirmek için, çeşitli özendirici uygulamalar başlatmışlardır. Ticaret kervanlarının konaklaması için düşünülen hanlar ve kervansaraylar bu amaçla inşa edilmişlerdir. Konaklama yeri kent içinde ise han, kent dışında ise kervansaray olarak isimlendirilirdi. Anadolu Selçukluları ve Osmanlılar, ticari kervanları korumayı görev edinmişlerdir. Toprakları içinde malları zarar gören kervan sahibinin zararları giderilmiştir. Devlet kervan sahiplerinden belli oranda vergi alırdı.
Hanlar ve kervansaraylar hayırsever vatandaşlar ya da sultanlar tarafından inşa edilirlerdi. Han bir hayırsever tarafından yaptırılmış ise “han”, sultan tarafından yaptırılmış ise “sultan hanı” olarak isimlendirilirdi. Han ve kervansaraylarda konaklayan yolcular din, dil, ırk fark gözetilmeden üç gün kalabilirlerdi. Hasta olan yolcular tedavi edilirdi. Konuklara günde iki öğün yemek çıkarılırdı. Konukların temizlenmesi için handa hamam, ibadet etmeleri için mescit bulunurdu. Kervanın hayvanları ve arabaları için de bakım hizmeti verilirdi. Bu amaçla handa veteriner ve nalbant bulunurdu. Konuklar üç gün boyunca hiçbir ücret ödemeksizin bu hizmetlerden yararlanırlardı. Bu hizmetler, han ya da kervansarayın vakfından elde edilen gelirlerle karşılanırdı. Kervansaraylarda, konukların yatacağı odalar, yemek yiyeceği yemekhanelerin yanı sıra erzak ambarları, ticari eşya depoları, yolcuların hayvanları için ahırlar, samanlıklar, mescit, kütüphane, konukların yıkanması için hamam, abdest şadırvanı, tedavileri için hastane ve eczane, ayakkabı tamircisi bulunurdu. Fakir yolcular için yeni ayakkabı yapılıp verilirdi.
Han ya da kervansaraylar, ticaret yolları üzerinde, kervanların bir günde erişebileceği aralıklarla inşa edilmeye çalışılmıştır. Bu nedenle, iki han arasındaki uzaklığın bir menzil dolayında olmasına özen gösterilmiştir. (1 menzil = 4 fersah = 12 mil = 22.740 m dir.)
Handa konaklayan yolcuların can ve malları devlet kolluk güçlerince korunurdu. Kervansarayda kalındığı sürece yolcuların can ve malları teminat altına alınırdı. Kervansaraylar, genellikle iki katlı taş yapılardı. Uzaktan bakıldığında kaleyi andırırlardı. Hanlarrın kale görünümünde ve taştan yapılmalarının nedeni sadece güvenlikti. Han ve kervansarayların dış duvarlarında, güvenlik nedeniyle pencere bulunmazdı. idi. Anadolu Selçukluları ve Osmanlılar zamanında hanlar askeri birlikler tarafından korunurlardı. Büyük ve korunaklı olan han ve kervansaraylarda akşam olunca ana kapı kapatılırdı. Ana kapı kapatıldıktan sonra handan dışarı çıkış yasaklanırdı. Ancak dışarıdan gelen olursa kapı açılır ve gelen kişi ya da kervan içeri alınırdı. Gün ağardığında, konuklar davul çalınarak uyandırılırdı. Handa konaklayan yolcular yola koyulmaya hazır olduklarında, kendilerine “malınız, canınız, elbiseleriniz ve atınız tamam mı?“, diye sorulurdu. Tüm konuklar “tamam” dediğinde hanı yaptıran kişi için dua edilir ve ardından kapı açılarak uğurlanırlardı.
Barış zamanında ticaret kervanları ve yolcuların konaklaması amacıyla hizmet veren han ve kervansaraylar, harp zamanında halk için sığınma yerleriydi. Göller Bölgesi içinde, Anadolu Selçukluları tarafından inşa edilmiş çok sayıda han ve kervansaray bulunmaktadır.
Ertokuş Kervansarayı
Gelendost ilçesi Yeşilköy’de bulunmaktadır. Eğirdir Gölü kıyısına uzaklığı yaklaşık 100 m kadardır. Kervansaray 1233 yılında Mubarizeddin Ertokuş tarafından yaptırıldığı anlaşılmaktadır. Kapalı kısmın giriş kapısının üzerinde yer alan dört satırlık yazıtta şunlar yazılıdır: Sultan adına Alemlerin Rabbi için Mübarizeddin Ertokuş tarafından 620 (1223)yılında yaptırılmıştır. Çok özenli bir yapısı olmayan bu hanın duvarlarındaki işçilik kabadır. Dikdörtgen yapıda olan han açık avlu ve kapalı mekandan oluşmaktadır ve hanın boyutları 21 x 54 m dir. Ana kapıdan içeriye girildiğinde sağ ve sol tarafta avluya açılan tonozlu odalar bulunmaktadır. Sağda ve soldaki ilk odalar, kervansarayın yönetim odalarıdır. Daha sonra sağda ve solda, açık avluya bakan dörder oda bulunmaktadır. Açık avlunun ortasına bir şadırvan yerleştirilmiştir. Avlunun sonuna gelindiğinde, kapalı kısmın kapısıyla karşılaşılır. İçeri girildiğinde sağ ve sol taraflarda odaların olduğu görülür. Kapalı kısmın orta kısmı seki biçimindedir. Kervansarayın kapalı kısmının aydınlatılması için üç mazgal bulunmaktadır. Benzer bir aydınlatma mazgalı, ana girişin sağında bulunan odada da bulunmaktadır. Avluya bakan odalar ve kapalı kısım tonoz örtülüdür. Kervansarayın saldırılara karşı dayanıklılığını artırmak üzere, daha sonra, kapalı kısmın köşelerine ve yanlarına destek duvarlar eklenmiştir. Kervansarayın açık olan kısmının, kapalı kısımdan sonra yapıldığı düşünülmektedir.
Ertokuş-medresesi planı (E. Adalı)
Keyhüsrev Kervansarayı
Eğirdir ilçesinin 3 Km güneyinde bulunan bu kervansaray, Eğirdir-Konya ve Eğirdir-Antalya yolu üzerindedir. 1237 yılında Anadolu Selçuklu Sultanı II. Gıyaseddin Keyhüsrev tarafından yaptırılmıştır. Kervansaray kesme taştan ve kesme taşlar içerisine yerleşen moloz taşlarla inşa edilmiştir. Anadolu Selçuklu kervansaraylarının temel özelliklerini taşıyan kervansaray doğu-batı doğrultusunda inşa edilmiştir. Kervansarayın büyük bir avlusu ve etrafında odaları bulunmaktadır. Döneminin en büyük dördüncü kervansarayıdır.
Bu kervansaray inşasından 64 yıl sonra geçirdiği büyük bir yangın sonucu kullanılamaz hale gelmiştir. Kervansarayın görkemli ana kapısı, 1301 de sökülüp taşınmış ve kent içindeki Dündar bey medresesine giriş kapısı yapılmıştır. Bugün Kervansaraydan, avluya bakan birkaç yolcu odasının temel izleri kalmıştır. 1993 yılında Kervansarayda yapılan kazı çalışmalarında, ana kapıya ilişkin bir parça bulunmuştur. Böylece, ana kapısının sökülüp Dündar Bey medresesine taşındığı kanıtlanmıştır.
Eğirdir Kervansarayı, yerel yöneticilerin bilinçsiz kararları nedeniyle çok hasar görmüştür. Kervansarayın içinden kanalizasyon boruları geçirilmiş ve bu sırada bazı duvarları yıkılmıştır. Eğirdir Kervansarayı ile ilgili bir bilgiye Süleyman Şükrü’nün Seyahat’ül-Kübra’sında rastlanmaktadır. S. Şükrü’ye göre geçmiş zamanlarda, bölgede Lid Kavminden insanlar yaşamaktadır. Bu insanlar, Kervansarayın olduğu yerde çok büyük bir puthane yapmışlardır. Anadolu Selçukluları bu puthaneyi kervansaraya dönüştürmüşlerdir [5].
Göller Bölgesinde inşa edilmiş başka han ve kervansaray da bulunmaktadır. Ancak bunlardan çoğu kaybolmuştur. Örneğin Isparta’da var olduğu bilinen ancak bugün olmayan hanlardan bazılarının isimleri şunlardır: Kerimpaşa Hanı, Antalyalıoğlu Hanı, Hatipoğlu Hanı, Alaybeyoğlu Hanı, Pamuk Hanı, Vakıfhan, Kereste Hanı, Nalbant Hanı’dır. Burdur ili içinde bulunan Susuz Han ve İncirli Han halen ayaktadır. Antalya-Isparta-Konya kervan yolu üzerinde hanlarının sıralanışı şöyledir: Evdir Han, Kırkgöz Han, Susuz Han ve İncirli Han.
Susuz Han Bucak ilçesine bağlı Susuz Köyünde yer almaktadır. Yukarıda belirttiğimiz gibi, Antalya’dan başlayan kervansaray yolunda üçüncü menzil noktasıdır. Bu kervansarayın Anadolu Selçukluları tarafından yapıldığı bilinmekle beraber kapı üstü yazıtı bulunmadığından kesin yapım tarihi bilinmemektedir. Dikdörtgen bir planı olan kervansaray beş neflidir. Diğerlerine göre daha yüksek olan orta nefin ortasında bir kubbe bulunmaktadır. Ana kapısının taş işçiliği çok güzeldir.
İncir Kervansarayı Bucak’ın 15 Km. batısında İncirdere Köyü yakınındadır. Eğirdir’deki Sultan Hanı ve Kırkgöz Hanı’n yapımcısı olan Anadolu Selçuklu sultanı Gıyasettin Keyhüsrev tarafından 1238 yılında yaptırılmıştır. Avlulu Kervansaray mimarisine uygun olarak yapılmış olan İncir Kervansarayının ana kapısı, diğer Anadolu Selçuklu kervansaraylarının olduğu gibi görkemlidir. Kervansarayın giriş kısmında avlu ve iç kısmında kapalı bölüm bulunmaktadır. Ana kapı, diğer Anadolu Selçuklu kervansaraylarında olduğu gibi ön duvara çıkıntılı biçimde yerleştirilmiştir. Kapı yan duvarları, yuvarlak sütunlarla yumuşatılmaya çalışılmıştır. Kapı üzeri çeşitli bezemelerle süslenmiştir. Ana kapının çevresi çeşitli kompozisyonlarla bezenmiştir. İstiridye kabuğu biçimindeki dilimli tonozun kemeri üzerinde dört satırlık yazıt bulunmaktadır. Bu yazıtta şunlar yazılıdır:
“Bu mübarek han, ümmetlerin idaresi elinde olan büyük sultan, şahlar şahı, Arap ve Acem efendisi, karaların ve denizlerin sultanı, zamanın zülkarneyn’i, ikinci İskende, inananların emiri, Keyhüsrev oğlu Keykubad oğlu Keyhüsrev’in emri ile 636 (1238-1239) yılında inşa edildi.”
Ana kapıdan içeri girildiğinde orta sahına geçilir. Bu sahının sağ ve sol tarafında on ikişer paye bulunmaktadır. Koridorun üstü payeleri birleştiren beşik biçiminde bir tonoz ile örtülmüştür. Bu örtünün orta kısmında kare biçimli bir kubbenin var olduğu bilinmektedir. Günümüze gelene dek kervansarayın büyük bir kısmı tahrip olmuştur.
Bölge kültüründe, oda kavramı da ilgi çekicidir. Han yaptırma gücüne sahip olmayan aileler, iki üç odadan oluşan konuk evleri inşa etmişlerdir. Oda adı verilen bu evlerde, yolcular kalabilirdi. Odada kalan konuklara yatak dışında yemek de verilirdi. Konuklar bu hizmet için hiçbir şey ödemezlerdi. Oda geleneğinin 1930’lara kadar devam ettiği bilinmektedir.
Camiler
Bölgede bulunan camileri iki sınıfta toplayabiliriz. Birinci sınıfta yer alan camiler Anadolu Selçuklu, ikinci sınıfta yer alanlar Osmanlı camileridir. Anadolu Selçuklu camileri dikdörtgen yapıdadır. Kıbleye doğru olan köşegeni daha uzundur. Bu camilerin tavanları, ilk yapıldıklarında dam biçimindedir; genellikle damın orta kısmı açıktır. Bu açık kısımdan cami içine kar girmesi amaçlanmıştır. Caminin orta kısmında, karın birikmesi için bir kar havuzu bulunur. Bu camilerin tavanları zaman içinde beşik çatı biçiminde kaplanmış, üstleri kiremit ile kaplanmıştır. Anadolu Selçuklu camilerinde iki yanda ve bir de mihrabın tersine doğru kapı bulunur. Bazı camilerde yan kapı tek olabilir. Anadolu Selçuklu camilerinde tavan ağaç dikmeler üzerinde durur. Bölgenin dayanıklı ağacı ardıç olduğu için, dikmeler genellikle ardıç ağacından yapılır. Bazı camilerde dikmelerin üst kısmı oymalıdır. Oymalı kısımlar için abanoz ağacı kullanımı yeğlenir. Anadolu Selçuklu dönemi camilerinde minber ağaçtan yapılır. Özellikle dayanıklı tür ağaç kullanılır. Minber yapımında kündekâri tekniğinin kullanıldığı görülür. Bu teknikte, minberi oluşturan ağaç parçaları birbirine geçecek biçimde hazırlanır. Hazırlanan parçalar birbirine geçirilerek minber oluşturulur. Kündekâri tekniğinde metal çivi kullanılmaz.
Bazı camilerin ana kapıları da kündekâri tekniği ile yapılmıştır. Kündekari ustaları, kapı ya da minberi atölyelerinde hazırlar ve parçaları yerinde birleştirirler. Bu usul bazı anılara konu olmuştur. Örneğin, Eğirdir Hızır Bey Camisinin kapısı bir ustaya sipariş edilir. Usta söz verdiği gün eşeğiyle cami önüne gelir. Ancak ortalıkta kapı yoktur. Cami yöneticileri merakla kapıyı neden getirmediğini sorarlar. Usta gayet rahat bir tavırla, getirdim der ve eşeğinin üzerindeki heybeyi gösterir. İnsanların meraklı bakışları arasında heybesindeki ağaç parçalarını yere döker ve kapıyı oluşturmaya başlar.
Göller Bölgesinde, Anadolu Selçuklu dönemine ilişkin üç önemli cami örneği bulunmaktadır: Beyşehir’deki Eşrefoğlu Camisi, Eğirdir’deki Hızır Bey Camisi ve Burdur’daki Ulu Camidir. Osmanlı dönemi camileri genellikle kubbeli mimari tarzındadır. Bu camilerde caminin boyutuna uygun olarak bir merkez kubbe bulunur. Bu kubbe, yarım kubbelerle genişletilir ve caminin duvarlarına oturtulur. Osmanlı camileri genellikle kare biçimindedir. Camisinin kapasitesini artırmak üzere, giriş kısmına son cemaat bölümleri eklenmiştir. Cami kubbeleri, kurşun ile kaplandığı gibi bazı camilerde kubbe kırma çatı ile kaplanır. Bu çatının üstü kiremitle örtülür. Osmanlı camilerinin ana giriş kapıları mihrabın ters tarafındadır. Diğer bir deyişle ana kapıdan giren kişi doğrudan kıbleye doğru giriş yapmış olur. Osmanlı camilerinin ana giriş tarafında bir avlu bulunur. Bu avlunun orta kısmında, abdest almak için şadırvan bulunur.
Eşrefoğlu Camisinin Mimberi (2009 – E Adalı)
Sütun başı (2008- E. Adalı)
Görülecek Yerler
Göller Bölgesini tanımak isteyenlere, ilgilerine göre farklı gezi planları önerebilirim. Bazı önerilerim mevsime bağlı da olabilir. Gezmeyi sevenleri doğa veya tarih meraklısı olarak sınıflandırabilirim. Doğal olarak iki tür merakı olanlar da vardır. Göller Bölgesi her iki tür gezgine uygun bir yerdir. Göller Bölgesini nereden başlayarak gezelim dersek, bence bölgenin orta noktası Eğirdir uygun bir yer sayılabilir. Burada kalıp günübirlik gezi yapılabilir. Günlük gezi planlarını hem doğa ve hem de tarih sevenlere göre yapmayı yeğleyeceğim. İlk gün Eğirdir ve yakın çevresi, ikinci gün Kovada üzerinden Yazılı Kanyon, Üçüncü gün Aksu, Adada ve Sütçüler, dördüncü gün Yalvaç, beşinci gün Barla, Senirkent ve Uluborlu, beşinci gün Yenişarbademli üzerinden Beyşehir, altıncı gün Atabey ve Isparta, yedinci gün Burdur ve Salda, sekizinci gün Sagalassos. Gezi sırasında göreceğiniz yerler ile ilgili doğal ve tarihî bilgileri ilgili bölümlerde bulacaksınız. Bu bölümde, yeni bilgiler vermeye çalışacağım.
Eğirdir ve Çevresi
Eğirdir
Eğirdir’deki gezimize, Eğirdir Kalesinden başlayabiliriz. Kalenin burcuna çıkıldığında, Eğirdir ve adaları 360 derecelik bir açıdan göreceksiniz. Kalenin batı cephesinde, yüzyıl kadar önce su kanalının olduğunu, kale ile kara arasında açılır kapanır bir köprü olduğunu hayal edebilirsiniz.
Kaleden indiğinizde, batıya doğru, Hızırbey camisine doğru yürümeye başlayın. Altında kentin giriş kapısı bulunan minare size yol gösterecektir. Minare altındaki kapıdan geçtiğinizde, sağınızda Dündar bey Medresesi solunuzda Hızır bey Camisini göreceksiniz. Medresenin kapısı, daha önce söylediğimiz gibi, kentin güneyinde bulunan Kervansaraydan sökülüp getirilmiştir. Şimdi bulunduğu yere de yakışmış görünüyor. Kapının işçiliğini yakından incelemenizi öneririm. Medrese içini gezerken, mevcut dükkanları görmezlikten gelip 800 yıl önce bu ortamda ders gören öğrencileri ve onların öğretmenlerini düşününün. Kent kuran bir devlet adamının eğitime verdiği önemi düşünün. Medrese içinde göreceğiniz direk başlıkları ilginç gelebilir. Osmanlı döneminde yapılmış yapılara bakıldığında direk başları, geometrik şekillidir. Bu geometrik şekilli direk başlarına Türk başlığı da denilmektedir. Anadolu Selçuklu dönemi yapısı olan bu medresede direk başları hayvan kabartması olarak gerçekleştirilmiştir. Medrese içinde özgün birkaç kitabe kalmıştır. Bunlar da esnafın insafına bırakılmıştır.
Dündarbey Medresesi kapısı (2005 – E. Adalı)
Dündarbey Medresesi Sütun başı (2008- E. Adalı)
Medreseden sonra Hızırbey camisini gezebilirsiniz. Caminin taş kapısı, Dündar Bey Medresesine özenilerek yapılmıştır. Taşların, Kervansaraydan getirildiğini gösteren izler bulunmaktadır. İşçiliğin çok güzel olduğu söylenemez. Ahşap kapı kündekâri yöntemiyle yapılmıştır. Kapının, Caminin 1814’te geçirdiği yangından sonra yapılmış olması gerekir. Size bu kapı ile ilgili şu hikayeyi anlatabilirler: Cami kapısı bir ustaya sipariş edilir. Usta zamanı gelinde atıyla ya da eşeğiyle cami kapısına gelir. Camiden sorumlu kişiler kapıyı göremeyince merak ederler ve ustaya yapıp yapmadığını sorarlar. Usta, gayet sakin biçimde, atının üzerindeki heybeyi indirir ve içindeki tahta parçalarını caminin önüne boşaltır. Başlar tahta parçalarını birleştirmeye ve sonunda kapı ortaya çıkar. Bu hikayede şaşılacak bir şey yoktur. Çünkü kündekâri yönteminde, parçalar birbirine geçecek biçimde hazırlanır. Montaj sırasında bu parçalar birbirine kenetlenerek eser ortaya çıkarılır. Cami içinde tarihî ve sanatsal bir şey bulamayacaksınız. Hatırlanacağı gibi cami 1814’te tümüyle yanmış ve yenilenmiş. Mihrap ise 1954 yılında Kütahya çinisi kullanılarak yeniden yapılmış. Asıl mihrap, bu çini mihrabın arkasında kalmış. Cami çıkışında, eski Eğirdir çarşısını dolaşmanızı öneririm. Çarşıda, eski dönemi çağrıştıran, ne ararsan bulunan, küçük dükkanları görmek ilginç olur.
Akpınar
Eğirdir içindeki gezi tamamlanınca, Akpınar’a çıkmak güzel olur. Eğirdir’in güney çıkışından çıkar çıkmaz, Kemik Hastalıkları Hastanesine varmadan sağa sapan yol sizi Akpınar’a ulaştırır. Akpınar’a doğru tırmanırken göl tarafında, temelleri kalmış olan Kervansarayı tepeden görebilirsiniz. Akpınar’da katmer ya da gözleme yerken manzaranın tadını çıkarın. Bol bol resim çekin. Böyle bir manzarayı her yerde bulamazsınız. Akpınar’dan Eğirdir Gölünün tamamını görme şansınız olacak. Ayrıca Boğazovayı da görebileceksiniz.
Prostanna
Tarihi yerleri görmeyi sevenler Akpınar dönüşünde, Prostanna’ya uğrayabilirler. Ayakta kalmış fazla bir eser olmamakla beraber, geçmişte yaşanmış bir yeri görmek ilginç olabilir. Prostanna’ya gitmek için, Akpınar dönüşünde tabelaları izlemeniz yeterlidir. Prostanna’ya kadar aracınızla gidemeyecek; biraz yürüyeceksiniz.
Yeşilada
Akpınar’dan indikten sonra Yeşilada’ya gitmek uygun olur. Adanın dar sokaklarına dolaşmanızı ve eskiden kalmış ahşap evleri yakından incelemenizi salık veririm. Bir yüzyıl önce bu adada yaklaşık 100 Hıristiyan ve 80 Müslüman ailenin birlikte kardeşçe yaşadıklarını, sadece Türkçe konuştuklarını düşleyin. Adada cami ve kilise görmeye değer iki eserdir.
Yemek öncesi, küçük kayıklarla gölde bir gezinti günün yorgunluğunu gidermesi açısından yararlı olabilir. Akşam yemeği için en uygun yer ada sahillerindeki lokantalardır. Bu lokantalarda doğal olarak balık yiyeceksiniz. Önerim, her akşam balık, ancak değişik balık ve değişik türde pişirilmiş balık yemenizdir. Sudak balığı, ızgara, tava ve buğulama olarak müşterilere sunulmaktadır. Sazan balığı buğulama ya da dolma biçiminde sunulmaktadır. Balığın dışında üzüm yaprağı içine bulgur pilavı konularak yapılan yalancı dolma yemeyi unutmayın. Tüm bu yemekleri bir akşamda yiyemeyeceğinize göre, her akşam birini denemeniz uygun olur.
Kasnak Meşeleri, Kovada, Yazılı Kanyon
Kasnak Meşeleri
Kasnak meşeleri, Kovada, ve Yazılı Kanyon gezisi doğa severler için çok ilginç gelecektir. Bu geziye başlamak için Eğirdir’in güney çıkışından yola çıkıp Köprübaşı kavşağına geldiğinizde sağa, Kovada yönüne sapmanız gerekir. Köprübaşı, Eğirdir Gölünün su seviyesini ayarlamak için kurulmuş olan düzenleyici kapakların bulunduğu yerin adıdır. Bu kapaklar ayarlanarak kanala verilen suyun miktarı ve gölün su seviyesi istenen seviyede tutulabilmektedir.
Kanal boyunda yola devam ettiğinizde, sağınız ve solunuzda elma bahçelerini göreceksiniz. İçinden geçtiğiniz ovanın adı Boğazova’dır. Yukarı Gökdere sapağına geldiğinizde, Yukarı Gökdere’ye doğru sapınız. Kasnak meşelerinin bulunduğu tepeye ulaşmak için, Yukarı Gökdere’den yaklaşık 10 Km daha yol gitmeniz gerekir. Ancak bu dağ yolunu katetmeye değer. Yol boyunca göreceğiniz manzaraları başka yerlerde göremezsiniz. Yolun sonuna vardığınızda, koruma altında olan ve çoğu etiketlenmiş kasnak meşelerini göreceksiniz. Kasnak meşeleri, ağaç yıllık halkalarının çok dar olması nedeniyle, kaplama, fıçı, mobilya, parke ve kasnak yapımına çok uygundur. Kasnak meşeleri ortalama 1300…1800 m yükseklikte hayat bulan ağaçlardır. Kasnak meşelerinin boyları 30 metreyi ve çapları 160 cm’yi bulmaktadır. Türkiye’ye özgü bir meşe türü olan kasnak meşeleri, Yukarı Gökdere köyünde 1.305,5 hektar yer kaplamaktadır. Bu bölge 1973 yılında “Kasnak Meşesi Tabiatı Koruma Alanı” olarak belirlenmiş ve koruma altına alınmıştır. Koruma alanı içerisinde 218 bitki türü saptanmıştır. Yörede kasnak meşesi, saçlı meşe, Makedonya meşesi, mazı meşesi, Lübnan sediri, karaçam, kızılçam, Toros köknarı, Kakar ardıcı, boylu ardıcı, çınar yapraklı akçaağaç, akçaağaç, çiçekli dişbudak, sivri meyveli dişbudak gibi ağaçlar bulunmaktadır. Ekim ayında ağaçlar renk değiştirmeye başlar. Bu dönemde bölge bir başka güzel olur.
Kovada Gölü
Kasnak meşelerini ziyaret ettikten sonra tekrar Yukarı Gökdere’ye ve oradan kanal boyunca devam eden yola döneceğiz. Kanal boyunca güneye doğru yola devam edildiğinde Kırıntı köyüne varılacaktır. Bu köyden çıkıldığında Kovada Ulusal Parkı’nın tabelası görülür. Kovada Ulusal Parkı, çok sıkı koruma altında olan bir parktır. Park çevresinde hiçbir yapılanmaya izin verilmemektedir. Park çevresinde gündüz piknik yapılabilir; istenirse gece kamp kurulabilir. Bölgedeki göller birbirine, Eğirdir ve Kovada gölleri örneğinde olduğu gibi su kanalları ile bağlıdır. Göllere pınarlardan su geldiği gibi, göl içindeki oyuklardan da göl suları başka bölgelere gitmektedir. Yetmişli yıllarda, Kovada Gölünde yapılan çalışmalar ile, su giderleri en aza indirilmiştir. 1972 yılında çektiğim Kovada (Denizaltı) fotoğrafındaki alan, su kaçağını önlemek için önüne set çekildiğinden şimdi kuru bir tarladır.
Gölde sazan ve sudak balığı ve kerevit yetişmektedir. Kuşların göç yolunda bulunan Kovada Gölü yaban kazları, angutlar, balıkçıllar, yaban ördekleri ve çulluklar için uğrak yeridir. keklikler bölgenin sürekli yaşayan kuşlarıdır. Göl çevresinde sansar, porsuk, tilki, yaban domuzu, sincap ve tavşan görülebilir.
Gölün, kulak gibi olan kısmında nilüfer çiçekleri bulunmaktadır. Çevresi kızılçam, meşe, çınar, ardıç, yabani zeytin, kocayemiş, menengiç, pırnal meşesi ağaçları ile örtülüdür. Bu ağaçlara ek olarak, yabani gül, defne, böğürtlen gibi bitkiler de göl çevresinde bulunur.
Göl çevresinde bir yürüyüş yolu bulunmaktadır. Doğa severlerin bu yol boyunca yürümelerini öneririm. Göl, Eğirdir gölünden gelen su ile beslenmektedir. Yaklaşık 22 Km Boğazova içindeki kanaldan gelen su, gelirken kanal kenarındaki toprakları da beraberinde taşımaktadır. Bu nedenle, dibi balçıktır ve suyu bulanıktır. Bu yüzden Kovada Gölünde yüzülmesi önerilmez.
Çandır ve Yazılı Kanyon
Kovada Gölü kıyısındaki yoldan güneye doğru devam ederseniz Karadiken köyüne ulaşacaksınız. Burada yol ikiye ayrılır. Sola doğru giderseniz Sütçülere sağa doğru giderseniz Çandır’a kadar gidersiniz. Siz Çandır yoluna sapınız. Yol bundan sonra giderek alçalacak ve bükümlerden başınız dönecek. Yol boyunca çok sayıda yol ayrımına rastlayacaksınız. Siz Çandır işaretlerini izleyiniz. Kovada’dan yaklaşık 30 Km sonra uzakta Karacaören Gölünü göreceksiniz. Karacaören Gölünü gördüğünüz ilk noktada durunuz ve fotoğraf çekmek için aracınızdan ininiz. Fotoğrafınızı çektikten sonra geriye ve yukarıya baktığınızda bir kale göreceksiniz. Bu kale size, güneyden gelen düşmanlara nasıl karşılık verildiğini anlatacaktır. Yola devam ettiğinizde devamlı inişte olacaksınız ve kıvrıla kıvrıla Çandır’a ulaşacaksınız.
Karacaören Gölü, Yazılı kanyondan gelen suyun önüne yapılan Karacaören barajının su tutmasıyla oluşmuş bir göldür. Göl su tutarken, eski Çandır su altında kalmış ve yeni yerleşim yeri biraz daha yukarıya kurulmuştur. Bu sırada tarihi Selçuklu köprüsü de sular altında kalmıştır. Çandır kasabasında Akdeniz iklimi hüküm sürmektedir. Bu nedenle çevrede çok sayıda sera görebilirsiniz. Gölde sazan ve levrek balığı yaşamaktadır. Kanyondan gelen suyun üzerinde alabalık çiftlikleri bulunmaktadır. Küçük Çandır kasabasında kısa bir gezintiden sonra, bu kez gölü besleyen suyu izleyerek Yazılı Kanyon’a doğru yola koyulmanız gerekecek. Çandır’dan yaklaşık 10 Km kuzey yönünde gidildiğinde Yazılı Kanyon’a ulaşacaksınız. İlk ulaşılan nokta bir mesire yeridir. Burada biraz dinlenebilir; ayağınızı soğuk suya sokup rahatlayabilir; hatta alabalık yiyebilirsiniz. Dinlendiyseniz sizleri yaklaşık bir kilometrelik bir doğa yürüyüşü bekliyor. Suyun kaynağına doğru yürümeye başlayın. İlk kısımlarda biraz zorlanabilirsiniz. Ancak köprüyü geçtikten sonra düzlüğe çıkmış sayılırsınız. Köprüyü geçtiğinizde, kanyona adını veren tarihi yazıyı ve hemen bitişiğindeki ibadet mekanını göreceksiniz. Köle olarak doğan ünlü filozof Epiktetos’un adı geçen bu yazıt, filozofun görüşlerini şiirsel biçiminde anlatıyor.
Ey yolcu yol hazırlığını yap ve koyul yola; Şunu bilerek:
Yalnızca benliğinde özgür olan kişidir özgür insan
Kendi doğasındadır özgürlüğünün ölçüsü
Ve kararında içtense
Yüreğindeyse dürüstlüğü, işte bunlar asil yapar kişiyi
Ve bunlarla yücelir insan hatalarla değil
Yazılı Kanyon (2005 – E. Adalı)
Yazılı Kanyon (2005 – E. Adalı)
Aksu, Adada, Sütçüler
Aksu
Eğirdir’den güneye doğru yola çıkıp Köprübaşı noktasından bu kez Aksu yönüne devam edeceğiz. Aksu’da görülecek yer Zindan mağarası ve Aksu çayının gözü.
Zindan Mağarası, Aksu merkezinden 2 Km uzaklıktadır. Mağaranın uzunluğu 765 metredir. Giriş kapısının yüksekliği yaklaşık 8 m dir. Mağara Pisidiya döneminde Eureymedon kutsal alanı olarak kullanılmış Roma döneminde Kilise olarak kullanılmıştır. Mağaranın önünde bulunan Eureymedon şu anda Isparta Müzesinde sergilenmekte
dir. Mağaranın önünden geçen Köprüçayı (Eurymedon) üzerinde inşa edilmiş olan tarihî Roma köprüsünü incelemeden geçmemeliyiz. Tek gözlü olan kemer biçimindeki bu köprünün kilit taşında, Eurymedon tanrısının sakallı büst heykeli bulunmaktadır. Zindan mağarasını önünden geçen Köprüçayı boyunca yola devam ettiğinizde Aksu ırmağının gözüne varacaksınız. Yol ırmağın suyu yüksek olduğu zamanlarda bozulmuş olabilir; zaman zaman su içinden yola devam etmek zorunda kalabilirsiniz. Bu durum gezinize ayrı bir heyecan katacaktır. Aksu ırmağının gözüne varıldığında biraz dinlenmek, soğuk kaynak suyunun tadını çıkarmak gerekir. Aksu ırmağının gözünün kuzey kısmı Sorgun yaylasıdır. Bu yayla yakın zamanda yapılan bir su bendi ile gölet haline getirilmiştir. Yayla, Serik ve çevresinde göçerlerin yazları geçirdiği yayladır. Gölet oluşmadan önce çok kalabalık göçer ailelerin, yazın buraya geldiği ve uzun süre burada kaldıklarına tanık olmuşumdur. Sorgun yaylası ve çevresi, Dünyanın en renkli kelebeklerinin yaşadığı bir bölge olarak kabul edilmektedir. Bu özelliğinin duyurulduğu 90’lı yıllarda bölge kelebek avcılarının hücumuna uğramıştır. Kelebek neslini korumak için, şimdi kelebek av
ı yasaklanmıştır.
Adada
Aksu’da yeterince dinlendiğinizi düşünüyorsanız, güneye, Adada’ya doğru yola koyulabilirsiniz. Adada tam bir açık hava müzesidir. Bu tarihi kent üzerinde hiçbir kazı çalışması yapılmamış; kent olduğu gibi durmaktadır. Devletin tayin ettiği bir bekçiden başka koruyanı yoktur. Keyfinizin istediği gibi kenti gezebilirsiniz. Tarihî kentin orta yerinden asfalt yol geçmektedir. Arabanızı istediğiniz yerde bırakıp Adada’yı gezebilirsiniz. Kentteki yapıların tamamı, bölgenin doğal taşı olana granitten yapılmıştır. Dolayısıyla, ziyaretçilerin alıp götürmeleri gibi bir kuşkunuz olmasın. Adada girişindeki bilgilendirme asısındaki bilgilerin dışında, kentte bulunan yapılar ile ilgili bilgi bulamayacaksınız. Tarihî kentte, depremlerde yıkılmış tapınakları ve tiyatroyu görebilirsiniz. Adada’yı gezerken, şansınız varsa kartalların gösterisine rastlayabilirsiniz.
Sütçüler
Adada tarihî kentini gezdikten sonraki durak yaklaşık 10 Km güneydeki Sütçüler kasabasıdır. Sütçüler çıkmaz sokağın son noktası gibidir. Bu kasabadan daha güneye inmek için düzgün yollar bir türlü yapılmamıştır. Belki birgün yapılır da Köprülü Kanyon’a kolayca gidilebilir.
Osmanlı döneminde bir süre Kara Bavlu, daha sonra Bavlu olarak anılmıştır. Cumhuriyet döneminde 1926 yılında dağ dağlık anlamına gelen Cebel olarak adı değiştirilmiştir. Beldenin adı, 1938 yılında belde halkının büyük kentlerde sütçülük yapmaları üzerine, Sütçüler olarak değiştirilmiştir. Sütçüler’in meydanındaki kahvede kekik çayı içmenizi öneririm. Çayınızı bitirdiğinizde, karşınızda duran Seferağa camisini gezebilirsiniz. Cami açık ise, içini görmenizi öneririm. Çok güzel bir minberi var. Ayrıca caminin kıble tarafındaki bahçesinden yeşil vadiyi seyretmeyi unutmayın.
Eğirdir’e geldiğiniz yoldan dönebileceğiniz gibi, Kovada Gölü kıyısından da dönebilirsiniz. Karar sizin !
Aksu, Adada, Sütçüler
Aksu
Bu günkü geziye yine Eğirdir’in güney çıkışından başlayacağız ve Konya yönünde yol alacağız. Gölün güneyini dolaşıp dağ kıyısından kuzeye doğru gideceğiz. Yaklaşık 12 Km yol aldığınızda, Eğirdir’i karşıdan göreceksiniz. Manzara sizi büyüleyebilir. Bu manzarayı bir de dönüşte, gün batımında göreceksiniz. Tepeden aşağı doğru inerken solunuzda göreceğiniz ağaçlık alan Karabağlar denen bölgedir. Karabağları geçtiğinizde, 1950 öncesine kadar korkulu geçit olan Eyerim’e olaşacaksınız. Bu geçitten geçerken ayağı tökezleyip göle düşmüş olan at ve develeri düşünün. Adını göle düşen atın eyerinden alan bu bölgede, seyir alanlarında durup fotoğraf çekebilirsiniz. Yaklaşık 30. Km’ye geldiğinizde, Yeşilköy’e ulaşmış olacaksınız. Sola köy içine girdiğinizde Ertokuş Kervansarayını göreceksiniz. 2008 yılında yenilenmeye başlanan kervansaray, geçmiş hayatı yansıtması açısından güzel bir eser. Ertokuş Kervansarayı’ndan kalkan bir kervanın bir sonraki menzili Eğirdir Pazaryeri Kervansarayı’dır. Bu iki kervansaray arasındaki uzaklık yaklaşık 30 Km dir. Osmanlı ölçü sisteminde bir menzilin 12 mil, dolayısıyla 22.740 m olduğunu düşünürseniz. İki kervansarayın yerlerinin doğru belirlenmiş olduğu anlaşılır. Kervansarayın Eğirdir Gölüne 100 m kadar yakın olması, konaklayanlara gölden yararlanma olanağı da sağlamaktadır
Antiokheia
Ertokuş Kervansarayını gezdikten sonra, Konya yolu üzerinden yolumuza devam edip Yalvaç’a ulaşacağız. Yalvaç’da göreceğiniz tarihî Antiokheia, Türkiye’de görülmesi gereken çok önemli ören yerlerinden biridir. Antiokheia, İncil’de anılan ve Aziz Paul’ün bir süre yaşadığı ve vaazlar verdiği bir yer olması nedeniyle Vatikan tarafından kutsal hac noktası olarak belirlenmiştir. 46 yılında Aziz Paul ve Barnabas’ın vaaz verdikleri sinagogun üzerine 325’te Aziz. Paul adına kilise yapılmıştır. Bu kilise Hıristiyanların yaptığı ilk büyük kilisedir. Bu kilisenin günümüzde yalnız temelleri mevcuttur. Antiokheia oldukça geniş bir alana yayılmış bir açık hava müzesidir. Bu eski kent ile ilgili ayrıntılı bilgileri, bölgenin tarihi kısmında bulabilirsiniz. Tarihi kenti, yavaş yavaş tüm ayrıntılarına dikkat ederek gezmenizi öneririm. Kentte görülmesi gereken önemli eserler Tiyatro, Merkez Kilise Sütunlu Cadde, Tiberius Meydanı, Propylon Augustos Tapınağı, Büyük Bazilika ve Hamam’dır. Kente su getirmek amacıyla inşa edilmiş olan su kemerlerini görmek için ören bölgesinin dışına çıkmak gerekir. Antiokheia saldırılar ve daha sonra depremler ile toprak altında kalmış bir eski kenttir. Yakın zamana kadar varlığı bilinmeyen, hatta Hatay’daki Antiokheia ile karıştırılan bir yerdir. Antiokheia’yı ortaya çıkarma ve tanıtımı konusunda, Yalvaç Müzesi Müdürü Dr. Mehmet Taşlıalan’ın katkılarını anmamız gerekir. Tarihi değeri bilinmediği dönemlerde, Yalvaçlılar, inşaat için gerekli olan taşları Antiokheia’dan sağlamışlardır. Geçmiş dönemde olağan karşılanan bu davranışın izlerini, Merkez Camisi duvarında ve özel binaların temellerinde görebilirsiniz. Antiokheia’yayı gezmek biraz yorucu olabilir. Bu gezi sonrasında Yalvaç Müzesine uğrayıp, Antiokheia’dan elde edilmiş eserleri görmeniz gerekir. Müze gezisi tamamlandığında çay içmeyi hak etmiş olacaksınız. Yalvaç beldesinin merkezinde büyük çınarın altında çok güzel çay içebilirsiniz. Bu ulu çınarın altında en az sekiz kahvehane olduğunu görünce şaşabilirsiniz. Kahvehaneleri, masa örtülerinden ayırt edebilirsiniz. Dönüş yolumuz. Geldiğimiz yolun aynısı olacak. Dönüş zamanı gün batımına denk geleceğinden, güneşin batışını izleyebileceksiniz. Çok bükümlü bir geçit olan Eyerim bölgesinde, yol kenarında, sizler durup manzarayı seyredesiniz diye cepler yapılmıştır. Bu ceplerde durup manzarayı seyredebilir ve fotoğraf çekebilirsiniz. Eyerimden birkaç kilometre sonra, Karabağları geçip yokuşu tırmanmaya başladığınızda, Yeşilada ve Eğirdir’i sağ tarafınızda göreceksiniz. Bu doyumsuz manzarayı, yol kenarında oturup seyretmenizi isterim. Doğal olarak çekebildiğiniz kadar da fotoğraf çekiniz.
Bu günkü gezi planında, Barla, Senirkent ve Uluborlu bulunmaktadır. Barla’ya gitmek için, Eğirdir’in Yazla mahallesinden yola çıkıp gölün batı kıyısını izleyen yoldan devam etmeniz gerekmektedir. Yazla mahallesinden Barla yönüne saptığınızda, yüz metre kadar ilerledikten sonra sola saptığınızda tarihî Eğirdir Tren istasyonunu görebilirsiniz. 2000’li yıllara kadar görev yapan bu istasyon şimdilerde terk edilmiş durumdadır. İzmir’i Anadolu’nun ortasına bağlaması planlanan demiryolu 1893 yılında Dinar’a kadar ulaşmıştır. Bu demiryolunun Eğirdir’e kadar uzatılması için Ingiliz şirketi 1910 yılında ayrıcalıklı yetki almıştır. Amacı, Almanların inşa ettikleri Hicaz demiryoluna ulaşmak olarak görülse de Amanas Dağlarındaki karaçam ve sedir ağaçları olduğu söylenmektedir. 1912’de yapımı tamamlanan Aydın Eğirdir demiryolu hattı, savaş sırasında asker ve malzeme taşınmasında önemli görevler üstlenmiştir. Tren yolu yakın zamana kadar, şimdiki plajın yanındaki iskeleye kadar uzanmaktaydı. Bu iskele demiryolu ile su yolu bağlantısını kuruyordu. İstasyondan Barla’ya doğru koyulduğunuzda, sol tarafınızda bir demiryolu köprüsü göreceksiniz. Bu köprü gerekli olduğu için mi yoksa demir yolunu yapan yabancı firmaya para kazandırmak için mi yapıldığı tartışmalara konu olmuştur. Türk tarafı köprünün gereksiz olduğunu kanıtlamak için demiryolunu ötelemeye ve köprünün yanından geçirme çalışmalarını başlatmıştır. Demiryolunun kaydırılması için çalışma yapıldığının izleri hâlâ görülebilir. Atatürk 6 Mart 1930 yılında trenle Eğirdir’e gelmiştir. Tren Miskinler’i aştığında gördüğü manzaradan etkilenmiş ve treni durdurmuştur. Bu olayı anımsatmak adına Eğirdir’e gelen tren demir köprü üzerinde bir dakikalığına dururdu. Atatürk bu ziyareti sırasında Nis adasının adının Yeşilada olarak değiştirilmesini istemiştir. Barla’ya doğru giden yol boyunca, Eğirdir Gölünün doyumsuz manzaralarına tanık olacaksınız.
Bedire koyu, deniz plajlarını aratmayacak güzelliktedir. Barla merkezine ulaştığınızda, ileri doğru gitmeye devam ediniz. Caminin önünde aracınızı park edip eski kilisenin olduğu yamaca tırmanmaya başlayınız. Badem ağaçları ile kaplı bu yolun sonunda Aya Georgios Kilisesinin kalıntısına ulaşacaksınız. Barla Kasabasının eski dönemdeki Rum mahallesinde bulunan bu ilk dönem kilisesinin mimarisi dönemine özgü özellikler taşır. Barla’daki ziyaretimizi tamamlayıp, ana yola ulaştığımızda kuzeye doğru devam edeceğiz. Boyalı köyünden batıya doğru baktığınızda gördüğünüz dağ, Çam Tepe olarak anılır. Bu tepeye çıkıldığında tüm Hoyran Gölü ayaklarınızın altında olur.
Barla’daki ziyaretin ardından, Eğirdir Gölünün batı kıyısında yola devam edeceksiniz. Yol boyunca gölün değişik kısımlarını görme şansınız olacak. Bir ara gölün doğu kıyısını çok yakından göreceksiniz. Bu nokta Hoyran Boğazı olarak anılır. Gölün bundan sonraki kuzey kısmının adı da Hoyran Gölüdür. Göl kıyısından ayrılıp Hoyran ovasına doğru yöneldiğinizde, yol sizi Senirkent’e kadar götürecektir. Senirkent bölgesi 1361’de Osmanlı topraklarına katılmıştır. 1370 yılında Oğuzların Kayı Boyundan Türkler Senirkenti kurmuşlardır. Kentin adı “sınır boyundaki kent” anlamına gelmektedir. Dağın kuzeye bakan yamacında kurulu olan kentin önünde bereketli Uluborlu ovası yer almaktadır. Senirkent’te yetişen değişik meyvelerin içinde, dimrit adı verilen üzüm en çok tanınanıdır. Bu üzüm yaş yendiği gibi kurutularak da pazarlanmaktadır. Senirkent’te komşu Uluborlu’da olduğu gibi Napolyon türü kiraz ve çok kaliteli kayısı yetiştirilmektedir.
Uluborlu
Senirkent Uluborlu arası 10 Km dir. Uluborlu Hamidoğlu Beyliğinin ilk başkentidir. Uluborlu, Yalvaç ve Dinar arasındaki yolun daraldığı geçit noktasındadır. Bu yüzden eski çağlarda önemli bir kent olmuştur. Geçiti denetlemek üzere Uluborlu Kalesi Romalılar zamanında kral Avgustos tarafından 10-14 yılları arasında yapılmıştır. Eski kent kale içi ve bitişiğindeki dar alanda kurulmuştur. Hamidoğlu beyliği de bu bölgede yaşamıştır. Günümüzde kent ovaya inmiştir. Uluborlu’da geçmiş zamanlarda kale, kalenin bitişiğindeki Alaaddin Camisi, hamam, tek minare ve Cirimbolu su kemeri kalmıştır. Kale, kenti korumak ve geçiti denetlemek amacıyla yüksek bir tepe üzerine kurulmuştur. Kaleden Senirkent hatta Hoyran Gölü görülebilmektedir. Kaleden bakıldığında, ovanın zenginliği göz kamaştırıcıdır. Alaaddin Camisi Kılıçaslan’nın torunu ve Tuğrul Şah’ın kızı tarafından yaptırılmıştır. Yirmi metre yüksekliği olan Cirimbolu su kemeri, 1872 yılında Kapıdağı’ndan kente su getirmek amacıyla yapılmıştır. Yapımı üç yıl sürmüştür. Uluborlu ovasında değişik türde meyveler yetişir. Ancak dünyaca ünlü olan Napolyon kirazı Uluborlu’da yetişir. Bu kirazlar, toplandıktan sonra sınıflanır ve iç ve dış pazarlara gönderilir. Eğirdir’e dönüşü geldiğiniz yoldan yapabileceğiniz gibi, Keçiborlu, Gümüşgün, Isparta üzerinden de yapabilirsiniz. Keçiborlu üzerinden döndüğünüzde, Uluborlu’nun konumunun neden önemli olduğunu daha iyi anlayacağınızı düşünüyorum.
Uluborlu ovası (2008)
Bugünün gezisi batıya doğru. Önce Atabey ve İslamköy ardından Isparta, daha sonra Gölcük. Dönüş yolu Davraz üzerinden olacak. Isparta yolunun yaklaşık 15. Km’sine gelince, Barla kavşağını geçer geçmez sağa saptığınızda yol sizi Atabey’e ulaştıracaktır.
Atabeyde görülmesi gereken yer Ertokuş medresesi ve bitişiğindeki Feyzullah Paşa Camisidir. Ertokuş medresesi ve Feyzullah Paşa Camisi hakkında ayrıntılı bilgileri, bölgenin tarihini anlatan bölümden öğrenebilirsiniz. Ertokuş Medresesi oldukça bakımlı ve sadece ziyarete açık bir medresedir. Feyzullah Paşa Camisi de bakımlı ve ibadete açık bir camidir. İçini görmek için namaz vakitlerini denk getirmeniz gerekir. Ertokuş Medresesi ve Feyzullah Paşa Camilerinin bulunduğu bahçe son derece güzel ve bakımlıdır.
Atabey’in bir köyü olan İslamköy, Atabey’e bitişiktir. Süleyman Demirel’in köyü olması nedeniyle, gezimize bu köyü de eklememiz gerekir. İslamköyde Süleyman Demirel adına yaptırılan Demokrasi Müzesi ve Demireller’in evi gezmeye değer. Demokrasi Müzesi, demokrasinin ne demek olduğunu sergilemek amacıyla kurulmuştur. Müzede, değişik ülke ve kuruluşlar tarafından Demirel’e sunulmuş olan hediyeler ve belgelerin yanı sıra, Türkiye’de yaşanmış, demokrasi olaylarına ilişkin fotoğraf, yazı ve karikatürler yer almaktadır. Demireller evi, Demirel’in gençlik yıllarında ailesi ile birlikte oturduğu evdir. Ev yakın zamanda yenilenmiş ve ziyarete açılmıştır.
Demireller’in evi (2008 – E. Adalı)
Demirel (2017-E. Adalı)
Demokrasi Müzesi (1998 – E. adalı)
Isparta adı anılınca akla gelen iki şey vardır: Halı ve gül. Isparta gezisine, kent ile özdeşleşmiş iki şeyi de dahil etmemiz gerekir. Isparta kent gezisi kapsamında Dereboyu ve eski yerleşim bölgelerinin görmek gerekir. Dereboyu, geçen yüzyılda, Ispartanın zenginlerinin yaşadığı bölge olarak bilinir. Bu bölgede o devirden kalma güzel ev örnekleri görülebilir. Çayboyu’nun yukarı kısımlarına çıktığınızda, Gökçay’dan Isparta’yı kuşbakışı görebilirsiniz. Osmanlı eserlerine ilgi duyanlar, kentteki camileri ve Bedesteni gezebilirler. Kentte görülmeye değer camiler arasında Hızırbey, Kutlubey (Ulu), Hacı Abdi (Iplik Pazarı), Firdevs Paşa (Mimar Sinan) ve Abdi Paşa (Kavaklı Camisi-Peygamber) camileri sayılabilir. Kentte geçen yüzyılda yaşamış olan Hıristiyanlara ilişkin Aya Baniya (Aya Payana) ve Aya Ishotya (Yorgi) Kilisesi ziyaret edilebilir.
Bedesten gezildikten sonra, karşısında bulunan kebapçılarda Isparta kebabı yemenizi öneririm. Isparta kebabı, oğlağın kaburgasının fırında pişirilmesiyle elde edilir. Isparta kebabını yerken beraberinde üzüm hoşafı içmenizi salık veririm. Isparta ve çevresinde yapılan arkeolojik çalışmalarda ortaya çıkarın eserleri Isparta müzesinde görebilirsiniz. Örneğin Aya Yorgi kilisesinin çanı bu müzede sergilenmektedir. Halıcılığı ile ünlü Isparta’da günümüzde halı dokumacılığı, eski dönemlerde olduğu kadar olmasa da hala devam etmektedir. Bunun nedeni, dokunan halıların kalitesindeki düşme ve bölge insanının farklı gelir kaynaklarına yönelmiş olması olarak gösterilebilir. Isparta halısı artık aranan halı olmaktan çıkmış olsa da, Isparta hâlâ halıcılığın merkezidir. Türkiye’nin değişik yörelerinde dokunan halılar Isparta’da pazarlanmaktadır. Sümer Halının merkezi hâlâ Isparta’dadır. Halı konusunda bilgi sahibi olmak ve değişik yörelerde dokunmuş olan çeşitli kalitedeki halıları görmek için, Halı Sarayına ve Sümer Halının merkezine uğramanız bence çok önemli. Bu halı satış merkezlerinde, Milas, Yağcı Bedir, Ladik, Kars, Kafkas, Afgan, yün Hereke ve ipek Hereke gibi halıları görebilirsiniz. Tabi isterseniz satın Isparta’da gül yetiştirilmesi Bulgaristan’dan gelen göçmenler tarafından 1870’li yıllarda başlamıştır. Gülyağı üretimi ise 1892 yılında Müftüzade İsmail Efendi tarafından başlatılmıştır. Gülcülüğün Isparta’da gelişmesine, kentin 1050 m yükseklikte olmasının doğal katkısını vurgulamamız gerekir. Gülyağı ve gül suyu üretiminde kullanılacak olan gül yaprakları mayıs ve haziran aylarında, sabah erken vakitlerde toplanır. Bu güllerin yaprakları açık pembe renktedir. Geleneksel yolla gülyağı üretimi imbiklerde yapılmaktadır. İmbiğin içine su ve gül yaprakları konuktan sonra altında yakılan ateşle kaynatılır. Kaynama sonunda oluşan buhar, imbiğin çıkışındaki soğutma amaçlı borudan geçerden yoğuşur ve biriktirme kabına damlamaya başlar. Biriken damlalar gülyağını oluşturur. İmbikte kalan su süzülerek alındığında gül suyu elde edilmiş olur. Parfümlerin ana maddesi olan gülyağı ve türevleri değişik amaçlarla kullanılmaktadır. Isparta kent turu yaptığınızda, çok sayıda dükkanda, gül temelli veya katkılı değişik ürünlerin satıldığını göreceksiniz. Bu ürünlerin içinde, gülyağı ve gül suyunun yanı sıra, parfüm, sabun, şampuan, krem, losyon ve lokum bulabilirsiniz. Benzer dükkanların Isparta’nın sınırlarını aştığı ve Türkiye’nin diğer kentlerinde de görülmeye başladığına tanık olmaktayız.
Isparta’nın güneyinde sırtını dayadığı dağ aslında bir yanardağdır. Bu yanardağın sönmesinin ardından kraterinde küçük bir göl oluşmuştur. Yakın zamana kadar Isparta’nın tüm su gereksinimini karşılayan bu güzel gölü görmek için yaklaşık 12 Km yol gitmek gerekir. Gölün çevresindeki toprak, doğal olarak lav artığıdır ve bitki yetiştirmeye pek uygun değildir. Devlet Su Işleri 1960’lı yıllardan beri, göl çevresinde yoğun bir ağaçlandırma gayreti içindedir. Bu emeklerin sonuçları yeni yeni görülmektedir. Gölcük’e vardığınızda, göl kıyısındaki tesiste çay molası verip dinlenebilirsiniz. Göl kıyısını gezerken yerden yumruk büyüklüğünde taş parçaları bulmaya çalışın. Taşı elinize aldığınızda, ne kadar hafif olduğunu hissedeceksiniz. Bu taşı suya attığınızda yüzdüğünü göreceksiniz.
Burdur ve Isparta birbirine çok yakın iki kentimizdir. Ancak dolambaçlı olan karayolu bu iki kentimizi uzaklaştırır. İki kent arasındaki karayolu yaklaşık 60 Km dir. Iki kent arasında bir de kestirme yol bulunmaktadır. Bu dağ yolun yaklaşık 20 Km dir. Dağ yolundan gitmek isterseniz, önce Gölcük’e giden yola girmeniz gerekir. Bu yol sizi Burdur’a kadar ulaştırır. Bu yoldan gittiğinizde, Burdur’u kuşbakışı görebilirsiniz. Burdur’a vardığınızda, ilk olarak Burdur Müzesini gezmenizi öneririm. Burdur ili ve çevresinde eski çağlarda önemli yerleşim alanları olmuştur. Hacılar, Kuruçay ve Höyücek’te yapılan kazılar, bu bölgelerde yontma taş devrinde yaşanmış olduğunu ortaya koymaktadır. Sagalassos ve Kremna Roma dönemi ve öncesinin önemli kentleridir. Bu alanlardan toplanan eserler Burdur Müzesinde sergilenmektedir. Burdur Müzesi içinde, eserler bulundukları yerlere göre özel bölümlerde sergilenmektedir. Hacılar Höyüğünde ortaya çıkarılan eserler MÖ 7000 yılına tarihlenmektedir. Bu devre ilişkin toprak kaplar dikkat çekicidir. Dünya arkeolojisinde önemli bir yeri olan Hacılar Höyüğü, Burdur’un 24 Km güney batısında bulunan Hacılar Köyün bulunmaktadır. Hacılar Höyüğü, batı Anadolu’nun bilinen en eski yerleşme yeridir. 1957–1960’lı yıllarda J.Mellart tarafından gerçekleştirilen kazı çalışmalarında dokuz yerleşim katmanı bulunmuştur. Bu kazılar sırasında krem renkli zemin üzerine kırmızı ve kahverengi boya ile geometrik biçimde tasarlanmış çanak ve çömlekler bulunmuştur. Hacılardaki evler kare ve dikdörtgen planlı ve tek odalıdır.
Hacılar Höyüğün 8 Km doğusunda bulunan Kuruçay Höyük’te yaşam Hacılar’daki yaşamdan daha sonradır. 1978–88 yılları arasında R. Duru tarafından yapılan kazılarda 13 yapı katı saptanmıştır. Bu höyükteki evler Hacılar’da olduğu gibi bir metre kalınlığında taş temeller üzerine kerpiçler konularak yapılmış kare ve dikdörtgen planlıdır. Ayrıca yerleşim yerinin etrafında 120-140 cm kalınlığında üç kuleli sur duvarı görülmüştür. Evlerin zemininde havan, el değirmeni gibi mutfak eşyaları bulunmuştur. Çanak ve çömlekler genellikle bu yerleşmede daha önceki dönem ve Hacılar çanak çömleği ile benzerlik göstermekle birlikte daha ince kenarlı kırılgan ve renkler koyu kahve rengidir. Bu höyükte madenden yapılmış keski ve iğneler bulunmuştur. Hacılar, Kuruçay Höyükle benzerlik gösteren bir diğer Höyük, Bucak ilçesinde bulunan Höyücek Höyüğüdür. Bu höyük Hacılar ve Kuruçay yerleşimleriyle benzerlik göstermektedir. R. Duru tarafından 1989-92 yılları arasında gerçeklenen kazılarda höyüğün yerleşim yeri olmaktan çok dinsel bir alan olduğu anlaşılmıştır. Höyücek’te yüze yakın Ana Tanrıça bulunmuştur. Burdur içinde görülecek yerlerin başında Ulu Cami, Saat Kulesi ve konaklar gelmektedir. Osmanlı döneminden kalan bu çok değerli konakların içinde Taşoda, Çelikbaşlar Konağı, Baki Bey Konağı (Koca Oda), Mısırlılar Evi, Piribaşlar (Pirebaşlar) Evi, Murtazaaliler Evi, Çetinerler Evi görülmeye değer. Burdur’un yakın çevresinde İnsuyu mağarası da ilgilenenler için görülmeye değer. İçinde irili ufaklı göllerin bulunduğu bu mağara astım hastaları için önerilmektedir. Bucak yakınında bulunan Susuz Han ve İncirli Han gezi kapsamına alınacak Anadolu Selçuklu eserleridir.
Taş Oda (2014 – E. Adalı)
Bakibey Konağı (2014 – E. adalı)
Salda Gölü, Burdur’un batısına düşmektedir. Salda Gölüne gitmek için önce Fethiye yoluna girmeniz gerekiyor. Bu yol üzerinde, Burdur Gölünün güneyini geçtikten sonra Hacılar’dan sağa sapıp Yeşilova’ya doğru yol almanız gerekiyor. Yaklaşık 60 Km sonra Yeşilova’ya ve daha sonra Salda Gölü’ne ulaşmış olacaksınız. Göl kıyısındaki mesire yerinde oturup yemek yiyebilir, bir şeyler içebilir ya da mangal yakabilirsiniz. İsterseniz çadır bile kurabilirsiniz. Gölde yüzmenize izin vermiyorlar. Ancak, kıyısında yürüyebilir, ayağınızı suya sokabilirsiniz. Göller Bölgesinin doğal yapısını tanıtırken anlattığımız gibi, gölün tabanında magnezyum bulunmaktadır. Bu nedenle, gölün kıyı şeridi beyazdır. Gölün çevresini aracınızla dolaşabilirsiniz. Bunun için saat yönünde ya da ters yönde yol alabilirsiniz. Saat yönünde dönmek isterseniz. Salda’ya geldiğiniz yönde devam edin, önce Salda kasabasına ulaşacaksınız. Kasaba içinden Doğanbaba’ya yönlendiğinizde, gölün batı kıyısını izlemiş olacaksınız. Doğanbaba’dan Kayadibi’ne yani doğuya doğru yol aldığınızda, gölün kuzey ve doğu kıyısını göreceksiniz. Kayadibi’nden Yeşilova’ya ve oradan da Burdur’a dönüş yoluna ulaşacaksınız.
Burdur’un Ağlasun ilçesinin 7 Km kuzeyinde yer alan Sagalassos hiç el değmemiş bir tarihî kalıntı olarak değerlendirilmektedir. Pisidiyanın önemli kentlerinden biri olan Sagalassos Büyük İskender’in bu kenti almasıyla tanınmaya başlanmıştır. (MÖ 334). Kent MÖ 25 Roma İmparatorluğunun egemenliğine gitmiştir. Roma döneminde, kent bölgenin en önemli kenti olmuştur. Bu dönemde kentte mimari değeri yüksek yapılar inşa edilmiştir. 512 yılında yaşanan deprem kente ciddi zararlar vermiştir. Bu depremden yaklaşık bir yüzyıl sonra yaşanan ikinci deprem kentin su kaynaklarının yol değiştirmesine neden olmuş ve kent susuz kalmış, salgın hastalıklar başlamıştır. Bunun sonucu olarak halk kenti terk etmiştir. Zaman içinde kentin üzeri dağdan kayan topraklarla kapanmış ve kent görünmez olmuştur. Kentteki arkeolojik kazılar 1986 yılında başlamış ve halen devam etmektedir. Şu ana kadar Dor Tapınağı, Helenistik Çeşme, Kitaplık, Meclis Binası, yukarı ve aşağı agoralar, Büyük İskender anıtı Heroon, Apollon Klarios Tapınağı, Antinius Pius Tapınağı, Antoninler Çeşmesi, Roma Hamamı, dokuz bin kişi kapasiteli tiyatro ve kırk kişilik halk tuvaleti ortaya çıkarılmıştır. Sagalassos’ta bulunan değerli buluntular Burdur Müzesinde sergilenmektedir. Eğirdir’den Yenişarbademli’ye gitmek için, güneye doğru yola çıkıp, Köprübaşı’ndan Aksu yönünde yol almanız gerekiyor. Köprübaşı’ndan yola devam edildiğinde, Eğirdirlilerin bağlarını ve bağ evlerini göreceksiniz. Daha sonra Pınar Pazarı denilen yere ulaşacaksınız. Yola devam ettiğinizde, Yılanlı ovası üzerinden Aksu’ya ulaşmış olacaksınız. Aksu’dan sonraki yol biraz dönemeçli olsa da manzarası güzel bir yoldur. Yenişarbademli’ye yaklaştığınızda sağ tarafınızda (güney kısımda) tepesi karla kaplı bir dağ göreceksiniz. Bu Dedegöl adıyla bilinen, zirvesi 2335 m olan, dağcıların gözdesi bir dağdır. Eğirdir ve Beyşehir gölleri dağın zirvesinden görülebilmektedir. Zirveye çıkmak için eğitimli bir dağcı olmaya gerek yoktur, ancak zirveye çıkmayı düşündüğünüzde Eğirdir’de kurulu olan ETUDOSD derneği yetkilileriyle görüşmenizi öneririm. Bugünkü gezi kapsamında Dedegölün zirvesine tırmanma bulunmamaktadır. Gezi kapsamında bulunan Pınargözü’ne gitmek için, Yenişarbademli’ye yakın bir yerden sapmanız gerekiyor. Pınargözü, Yenişarbademli’den yaklaşık 8 Km uzaklıktadır. Türkiye’nin bilinen en uzun mağarası Pınargözü Mağarasıdır. Mağaranın uzunluğu yaklaşık 15 Km dir. Mağara, adından da anlaşılacağı gibi bir pınardır; bir başka deyişle, mağaranın ağzı pınarın gözüdür. Mağaranın içi, aslında bir ırmaktır. Mağaradan yeryüzüne çıkan bu ırmak Beyşehir Gölüne akar. Mağaranın ağzında, ırmak bir sifon yapar. Bu nedenle, mağaranın içine girebilmek için dalarak bu s
ifonu geçmek gerekir. Pınarın çevresi zengin bir bitki örtüsüyle kaplıdır. Pınar gözünün yanı başında yaşı 600 yıllık anıt ağacı görebilirsiniz. Pınargözün’de, bir süre dinlenebilir, yanınızda getirdiğiniz yiyecek ve içecekleri tüketebilirsiniz. Bu sırada, çevredeki kuşların ötüşleri, rüzgardan sallanan yaprakların hışırtısı size eşlik edecektir. Yeterince dinlendiğinizde yola koyulabilirsiniz. Yenişarbademli’nin Beyşehir Gölü kıyısında, Anadolu Selçuklu Beyi Alaaddin Keykubat için 1236 da yazlık saray olarak yaptırılmış olan Kubad-Abad bulunmaktadır. Sarayın yapımı, mimar ve nakkaş olan vezir Sadeddin Köpek tarafından gerçeklenmiştir. Bu yazlık sarayda yapılan arkeolojik kazılar sırasında, sarayın duvarlarını kaplayan çiniler bulunmuştur. Bu değerli çiniler Konya Karatay Müzesinde sergilenmektedir [16].Çevresi alçak bir sur ile çevrili olan yerleşkede Büyük Saray, Küçük Saray (Vezir Sarayı) ve av hayvanları parkı bulunmaktaydı. Büyük Sarayın altında, kayıklar için iskele vardı. Ayrıca bir mescit, hamamlar, fırın kışla kapısı, depolar ve ahırlar bulunmaktaydı. Ne yazık ki, günümüzde bu sarayın sadece kalıntıları kalmıştır. Sarayın ziyaret edilebilir duruma gelebilmesi için çalışmalar sürmektedir. Yenişarbademli’deki gezimizden sonra, Beyşehir Gölü’nün güneyinden, Yeşildağ ve Bademli üzerinden Beyşehir’e ulaşabilirsiniz. Beyşehir, tarih kısmında anlattığımız gibi, Anadolu Selçuklu Devletinin yıkılmasının ardından Eşrefoğlu Süleyman Bey tarafından kurulmuştur. Beyşehir Gölünün güney doğusunda yer alan ilçede görülmeye değer en önemli eser şüphesiz Eşrefoğlu Camisi’dir. Caminin ana kapısındaki yazıtta, caminin 1296-1299 yıllarında Eşrefoğlu Süleyman Bey tarafından yaptırıldığı yazılıdır. Cami, ağaç direkli camiler içinde çok özel bir yere sahiptir. Dikdörtgen biçimde olan caminin güney cephesi 31,8 m ve batı cephesi 46,5 m dir. Bu boyutları ile Anadolu’da yapılmış ağaç direkli camiler içinde en büyüğüdür. İlk yapıldığında üstü toprak dam olan cami, daha sonra kırma biçimli çinko bir çatıyla kaplanmıştır. Tavanın ortasında bulunan, karın dökülmesi amacıyla bırakılan boşluk 1950’lerde bilgisiz ve işgüzar yöneticiler tarafından örtülmüştür. 48 adet olan ağaç direkler, mihraba doğru yedi aralıkla sıralıdır. Direk başları, abanoz ağacından yapılmış ve biçim olarak mukarnaslıdır. Cami içindeki ağaç işçiliğine dikkatinizi çekmek isterim. Mukarnas biçimdeki dikme başları, tavandaki işçilik, bölmeleme elemanlarındaki ahşap işçiliği yakından incelemeye değer. Minber başlı başına incelenmesi gereken bir eserdir. Minberin yan duvarlarındaki geçme tekniği ile yapılmış ağaç işçiliği gerçekten büyüleyicidir. Minberin kapısı ve kapı üstündeki alınlık bir başka güzellik. Minberin yapımında ceviz ağacı kullanılmıştır. Mihrap, devrin en seçkin çinileri ile yapılmıştır. Bir ara bu çiniler çalınmış ve yurt dışına kaçırılmıştır. Ancak çinilerin geri getirildiği duyulmuştur. Beyşehir’de Eşrefoğlu Camisi’ni gezdikten sonra kent merkezinde çevreye bir göz atmakta yarar vardır. Bu arada Taşköprü’yü de yakından incelemenizi öneririm. Beyşehir ziyaretinizden sonra, Beyşehir Gölünün doğu kıyısını izleyerek kuzeye doğru yol alacaksınız. Gölün güzel manzarasını izleye izleye Şarkikaraağaç’a varacaksınız. Şarkikaraağaç’ta ziyaret edeceğimiz yer bir doğa harikası olan Kızıldağ Ulusal Parkıdır. Kızıldağ Ulusal Parkı, Şarkikaraağaç ilçesine 8 Km uzaklıktadır. Kızıldağ neden ziyaret edilmesi gereken yer diye düşünüyorsanız, bunun iki yanıtı var: Lübnan sediri olarak bilinen sedir ağaçlarının bulunduğu yer ve Türkiye’nin Altınoluk ile birlikte oksijeni en bol olan bölgesi. Oksijeninin bol olması nedeniyle 1986 yılında 100 yataklı bir göğüs hastalıkları hastanesinin temeli atılmış. Tamamlanmış olan hastane hizmet vereceği günü beklemektedir. Kızıldağ Ulusal Parkı deniz yüksekliğinden 1342 m yüksekliktedir. Bu parkta, konukların kalabilmesi için Milli Parklar ve Av-Yaban Hayatı Genel Müdürlüğü tarafından yaptırılmış küçük evler yapılmıştır. Parkta katmer yemeyi deneyebilirsiniz. Dağ tırmanışı sevenler 1840 m yükseklikteki Büyüksivri Tepe’ye tırmanarak dağ sporu yapabilirler.